Kim baki kalmış ki bu dünyada bizde kalalım?

Bari uçuşan bakire heveslerden gâm çalalım…

Hangimiz kalıcı, hangimiz geçiciyiz ki bu gezegende, diğerimiz ona hava atabilsin, kafa tutabilsin. Arkaya dönüp baktığımız da, dinlediğimizi görürüz beşikte, onca Kesikbaş hikâyelerini. Ninni misali sayıklarken yarına doymayan şehvâni duygularla.  Duygularımız, eskilerin tabiriyle ceviz kaburcağını, yeni yetmelerin tabiriyle virgülün kuyruğunu doldursa bari ne gam.  Boş hayaller, ham düşünceler, sünepe heveslerden başka…

 Verecek yakıtı olmayınca insan kendini mi peşkeş çekmeli? Güçlü, canını dişine takarak son bir hırsla karşı koymak dururken zalime,  zulme boyun mu eğmeli kolayca. İnsanlık onuru ve gururu söylemleri, mücerret cef•felka•lemden, küçük söylemlerden başka bir şey değil midir dersiniz. Ya uğruna, varlığının son noktasını koyacağını bile bile sayı mesai edenlere ne demeli?! Teneke kutu, boş kafa, boş çuval, hilkat garibesi?!..  Niçin yaşar ki insan bu gezegende, amali ve emeli olmadan, hedefi ve mecrası oluşmadan yılkı atı misali…

Elbet her yolun bir başı olduğu gibi birde sonu vardır. Tıp ki, bu gün bizi bağrında avutan bu gezegenin yarın son ders zilini çalacağı gibi… Sonu gelince her canlı, asıl yuvasına dönecek, paydos saatine itaat edecektir şüphesiz. Her şey aslına avdet edecek, ardı arkası kesilmeyen hayaller bir bir yerlerde sürünecektir. Özellikle de insanın fiziki tâkat’ının üstünde olan hiçbir hayal gerçekleşmeyecektir. Belki bunlardan bizim hayal olarak gördüğümüz ama aslında; gündüzün aydınlığı ve gecenin zifiri karanlığı nasıl gerçekse o kadar gerçek olanları istisnadır. Aklımızca, üstün bir şey yaptığımız yanılgısıyla avutacağız k biraz, köhne iskelemizi…

Yokluğa kılıf biçmenin imkânı neyse bu gezegende, yarına yorgan hazırlamanın mana ve ehemmiyeti de olacaktır sanal gözlere. Yanılma ve ya yâdsıma melekelerimizi yadsıyarak, her gördüğümüz serabı gerçek diye addetmek, kendimizi aldatmaktan başka neye yarar acaba? Zaten öyle yapmamış mıdır akıllı köyünde saf insanoğlu, en ağır yükün altına kendini atarak. O, kendisine dağların, taşların taşımaktan imtina ettiği, tahammül edemeyeceğini anladığı yük verilirken, pervasızca evet deme cüretini göstermemiş midir? Mahlûklar içinde en ağır yükün altına girip, sorumluluğu cılız ve çelimsiz omuzlarına yükleyen beni beşer, ne zaman bu yükü bu sikletin taşıyamayacağını anlayacaktır? İlmin sırrına ermeden…

Neden bu kadar ağır yükün altına girdik dersiniz? Bu sorunun bizce tek cevabı şu olsa gerek “ hikmetinden sual olunmaz”. Ya hikmetine itibar edemeyen, inanma bahtiyarlığına eremeyenler ne demeli? Sorusuna ise;  eh! Onu da onlar düşünsün demekten başka, ne diyebiliriz ki?

Uzun geceleri kısaları, yangın havaları soğukları kovalarken geçip giden günlerden geride kalan; yüzlerimizdeki çizgiler, gözlerimizde fersizlikler ve dizlerimizde dermansızlıklardan başka nedir gerecek olarak. Geçmişi geriye getirmek, imkânsızı imkân haline dönüştürmek şimdiye kadar hangi faniye nasip olmuştur ki böbürlene bilsin sathı âlemde… Günleri, ayları, yılları ve onun kabataslak evrelerini sayabilmek, açıklayabilmek hangi teknoloji kahramanın payına düşer dersiniz? ‘Şah-eser’ denilen şey, hangi çınar ağacını içinde taşıyan çekirdekten daha mükemmel olabir ki? Sahi şahın esmesiyle ortaya çıkan bu dünya metaı, şahın ve esintinin olmaması halinde ne sonuç doğurabilir?!..

Hey gidide deli gönül hey gidi, bunak olmuş bu şehirler, ‘toy’ idi ağıtı, daha ne kadar durduklarımızdan içimize, iliğimize kadar işleyerek ve zamanımızı alacaktır gerçeği kavrama uğrunda. Dövünmelerimiz, tedbirlerimizle yer değiştirip, gerçeğin fikir çilesinde biraz piştikten sonra servis edilebilse, anne sütünden yeni kesilmiş nice süt kuzuları da, dünya nimetlerine doğru ilk adımı atmış olacak, kendilerine izzeti ikram için sunulan bu nimetleri usulüne göre yemeye, usturubuna göre kullanmaya başlayacaktır. Alıştırma görevi de, dün olduğu gibi bu günde öncülere düşmektedir. Öncüler alıştıracaklar elbette onları, dünkü insanların kendilerini alıştırdığı gibi…

Geçmişin görgülü ve görkemli insanlarının, kendilerine hayatı nasıl öğrettiklerini hatırlasalar, bu günün el yordamıyla dolaşan yeni nesilleri, yarının nesillerine sağlıklı bir yaşam eksenini çizeceklerdir şüphesiz.

Ağlarken ve gülerken göz bebeklerimizle gönül öbeklerimizi birleştirip, haberdar etme melekesi kazandırabilsek, çok zor ve çetrefilli gözüken olayları, en kestirme yoldan çözeceğimizden hiç kuşkumuz olmayacaktır. Zira me demişler büyükler ” görünen köy kılavuz istemez.”  Sahi neden istemez dersiniz? Köy bizatihi kılavuzda ondan. Kılavuzun görevi; bilmeyene bilmesi gerekeni göstermek, ön, ayak olmak, yol yordam çizmek olunca, iki bilenin böyle bir eylemi gerçekleştirme istemi, kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Kalkınca mani, avdet eder yasakların fermani, kuralınca gerçek, kendisini atacaktır ortaya bir soylu şal misali…

Ünlü yunan düşünür Herakleitos'un “Her şey akar” düşüncesine muadil yeni bir şey keşfedilmiş midir ki evrende söyleyebilelim? Bize düşen, giden akıntının gelecek akıntıdan haberci olduğunu anlamaktır. Anlamak, iz ’an etmek ve de tüm akıntıların günün birinde kesileceğini sezmektir. Bu bilinç ve şuurdan uzak yaşamak, çıktığımız insanlık basamaklarını bir bir yüz aşağı inmemize sebebiyet verecektir. Düşüş hızımız öylesine şiddetli olacak ki, bizimle aynı toprak üzerinde yaşayan diğer canlıların, ikinci yaşamlarında alacakları makam ve mevkilerin bile altına götürecektir. Yolcu, gittiği yolu ve bastığı basamakları bir bir düşünerek yürümelidir ki, hafif bir sarsıntıda en azından üzerinde yaşadı arzın altındaki hayatını aynı zeminde tutabilsin.

Koşuşmalar, iklimden iklime, mevsimden mevsime bir şey katacak mıdır ki insana bulunduğu mevziden bir başka mevziye sığınsın insan olmadan başka. Cılız omuzlarımızda taşıdığımız yükün büyüklüğü, bilincimize atılan tohumun içinden doğan ulu çınarlar olacağı bilgisine ulaşınca tüm ağırlığını kaybedecek, üç yaşında bir çocuğun elindeki sanal demir yığını, maket araçların ağırlığı neyse öyle kalacaktır. Gerçek mana da taşınmaz yüklerin sanal olması künhüne inilince, çamurumuza atılan güç, tohumun mana ve ehemmiyeti ortaya çıkacaktır. Öyle olunca da aslolan, yüke göre cismin küçüklüğü ya da büyüklüğü değil onu kaldırabilme ve taşıya bilme tâkâtının tebarüz etmesidir. Zira güncel hayatta da kendi ağırlığının kaç katı ağırlığı taşıyabilen cüce devlere rastlamak mümkündür.

Durmak, ezelde ve ebette değişikliğe uğramayacak olan tek yaratıcıya mahsustur. Onun dışında her şey bir yerlere doğru akmakta, akışta bazen içinde bulunulan sürünün menfaati gözetilirken bazen de başka sürülerden medet umulmaktadır.  Akıl melekesi ve ruh düsturunu buluşturabilenler, zamanın ve zeminin kayganlığına itibar etmeden doğru yolu bulmakta hiç zorlanmayacaklardır. İşte onlar, kendilerini ve çevresinde olup bitenleri kavrayabilen, kendisine kavrama bilinci verilen şanslı insanlardır. Tabi ki insanda kavrama bilincinin olması ve ona o sürünün içinde ‘insan’ kalma sırrının bahşedilmesi büyük ehemmiyet kesbeder.

Bir tarafta mevcudiyetlerini karıştıranlar varken, diğer tarafta kendilerine ayırt etme bilinç ve idraki verilmesine, doğru yol gösterilmesine rağmen, kanırta kanırta eğriyi, sapkınlığı seçenler vardır. Sorumlu, yaptıklarının tek tek hesabını verecek olanlar -inananlar göre- kendilerine doğru ve eğri gösterildiği halde hatada ısrar edenlerdir. Ayırt etme melekesi olmayanlar, dün olduğu gibi bu günde yarında hiçbir külfet ve minnet altında kalamayacaklardır. Onların katettiği yollar, menzile götüren yollar değil, ömürlerinde kendilerine biçilen zamanını doldurma turlarıdır. Onlar, ne gün gelip uçma erdemine ulaşabilecekler nede oldukları yerden daha aşağıya sürüngen hayata geçeceklerdir. Külfet nimetle taçlandırılacaktır…

Kaygan zeminde ayakta kalabilmek için inat etmek, tüm gücünü toplayarak, suları tersine akıtma çabasından başka bir işe yaramayacağı gibi gerçek hayatta, günesin batıdan doğmasıyla, yeni bir hayatın başlayacağı yanılgısına düşürmekten başka bir kazanç sağlamayacaktır bu gezeğende… Ama evreni kısa zamanda tur atarak asıl hedefe doğru yol alma Çığır’ına düşenler, elbet özledikleri menzile varacaklardır, ateşin yaktığı, suyun yıktığı gibi engelleri aşarak.

Yokluk ve varlık, nasıl dünden bu güne değişen bir terim olmuşsa dil terminolojimizde, kazanç ve kayıpta öyle anlar arasında sıkışıp kalmıştır kendince.  İbadet aşkıyla, karın doyurmadan ve gününü doldurmadan başka eylemleri olmayan kuşların, bu uğurda yorulmadan kat ettikleri mesafeleri düşününce insan, önüne kurtarılmış aşın ehemmiyetini bir başka anlayacaktır elbette. Onlar, mideleri uğruna yol katede dursun sene iki kez, ta baştan beri yolcudur farkında olmasa da herkes…

Madem böyle kurulmuşsa bu gezegenin düzeni, azı alır mı ömrünü doldurmuş Gem’i?!..

Cismen zor değişir gözükse de yaşam tenimiz, anlık değişmektedir içimizdeki GÖÇMEN yerimiz…