Cesedim size kalsın, sahip çıkmıyorum artık. Zira onu tanımakta zorluk çekiyorum. Her gün başka, her an başka urbalar, şekiller ve tavırlar içinde görmekten yoruldum büsbütün. Bunca badireye rağmen ne o şekil değiştirmekten yoruldu nede ona şekil vermeye çalışanlar usanıp bıktılar.

          Demir olup ateşe atılmadığım, köle olup pazarda satılmadığım an kalmadı. Kuyu nöbetlerim, mağara gizemlerim, deniz hayallerim hep onu dörtbaşı mamur edebilme hevesimden kaynaklanmaktaydı. Bazen rüzgâra dur dedim, hiddetlenme, bazen göğe suyunu tut, yere de suyunu yut dedim. Yeter artık yerle bir ettiğin gezeğenimi kurtarmak, yanımda bulunan bir avuç insanla diğer canlıları koruyabilmek için koyulduğum yolda doymak bilemeyen iştahını daha fazla celallendirme.

          İlkönce ayaklarıma kan yapacak, bileklerime kudret katacak birazcık azık atarken bu arayışımın ve iştahımın önüne, daha ileriye geçemedim. Malum olan odur ki, önüne geçilmeyen et ve kemiklerimin hevesinin tek sorumlusu ben değilim. O madde ki kendini, bir görünmezin iki memuruna görünmeden soyutlamak uğruna, savurup duruyor ordan oraya…

          Bu savrulmanın başlangıç tarihi hakkında çeşitli rivayetler olsa da bitiş tarihi henüz belli değil.  Benim bu yere göğe, zamane ve zemine sığmayan cesedim bir masal kahramanı, bir zümrüt-ü Anka sanılmasın. Hacimde ve ebatta devasa nice kalaslar vardır, kendilerini tutamaz ortadan yarılırlar. Nice kaytanlar vardır tonlara bağlanırlar.

          Her defasında kanımın akışını sağlayacak, mideme ‘dur ses etme’ diyecek bir şeyler bulurum hayatta.  O, midemi duyurma ve cismimi kayırma taktiklerim zamandan zamana, zeminden zemine değişse de. Çünkü ben, benden içeri olandan el almış, dalı budağı olmadan kök salmışım. Ben o görünmezin, her şeyin ezeli ve ebedi varken, ezeli ve ebedi olmayanın, gezeğende tek vekili, tek varisiyim. Gülersem güller açar, susarsam zahmet saçarım. Kahredende benim lütfeden de. Beni her gördüğünüzde tanıyamayışınız, görevimin ulviyatı, diğer mahlûkata karşı üstünlüğümden kaynaklanmaktadır.  Bana benzeyen herkes benim olduğum vasfa sahiptir. Ne yazık ki bu farkındalığı bilenlerin sayısı hemcinslerimin genel sayılarıyla oranlanınca bir avuç denecek kadar azdır.

          Kahredici ve lütfedici özelliğimi kullanmam nadiren olsa da değişik şekillere bürünen urbamın içindeki et ve kemikleri koruma mücadelem ve bilincim, her daim benden iki adım önde gitmektedir. Bir olan asılın haber verdiği iki gizli memuru arasında hep birine doğru meyletmem sonunda tabi tutulacağım imtihanın çetinliğinin farkında olmamamdan kaynaklansa da, ana hatlarıyla çizilmiş dairemin kesin kuralları da beni bu kolay yöne ötelemesinden de kaynaklanıyor olsa gerek.

          Bir ben değilim aslında, bu iki memurun birinden yana kolaya kayma eylemini yapan öteden beri. Zira insanlığın ilk macerası, yarım elmayla başlamıştır. İçindeki yeme dürtüsünü körükleyen o memurlardan birinin çağrısına kulak verip oyunun kuralını bozmasaydı ilk atam, belki bende ona tabi olacak bozmayacaktım vadimi, tutacaktım almış olduğum vekâletin bana yüklemiş olduğu sorumlulukları. O zamanda insanın aklına şöyle bir soru gelmez miydi dersiniz: ilk atam kurallara kayıtsız şartsız bağlı kalsa, imtihan süreci nasıl başlatılacaktı?!.. Habil'le Kabil boyun eğselerdi kaderlerine kavga nasıl başlayacaktı? Ya başlamasaydı, kavgazan ile halim- selim olan fazıl insanların arasındaki fark nasıl anlaşılacaktı?..

           Demek ki başkaldırışımın altında yatan gerçekte tek ben değilim. Ve bu baş kaldırışta şahsıma münhasırda değil. İrsidir, miras yoluyla intikal etmiştir. Gerçi miras yoluyla geçmesi, bir nevi sanal bir şeydir ama yinede bir isim koymak, adıyla çağırmak gerekiyorsa birini, öyle söylemekle beynimizde serseri kurşun gibi dolaşan kurşunu dinlendiririz en azından.

           Halef olmak, arkadan gelen olmaktır. Önden gideni takip etmek... Önden giden arkadan gelenden öncede vardır ve sonrada olacaktır. Arkadan gelen değişik gibi gözükse de hep aynıdır. Yani insandır. İşte o hep benim. Bende benim, sende ben. Sen kendini sen sanıyorsun, bende kendimi ben, aslına bakılırsa ya sen bensin ya da ben sen ya da ikimiz aynıyız da yerlerimiz değişince karıştırıyoruz. Bu teklik değildir, bir olmak hiç değil. Birlikteliktir. Dün senle ben birlikteydik, bu gün birlikteyiz, yarında birlikte olacağız. Sayıca çok olmamız, farklı olmamızı gerektirmez. Madem mevcudiyetimiz bir, evvelimiz ve ahirimiz var, madem aynı sorulara cevap verecek, aynı sınava tabi tutulacağız: renklerimiz, uzunluk- kısalığımız o kadar önemsenecek şeyler değillerdir. Hatta farklı kıtalarda farklı iklimlerde yaşamış olmamız da farklı olduğumuz anlamını vermez bizlere. Çok ekmek yiyenle az ekmek yiyen arasındaki fark, ekmek farkıdır. Çok koşanla az koşanın arasındaki fark yol farkıdır. Tekneye ulaşmak için koşmaya, mücadele etmeye bir birimizi yemeye hiç gerek yokken, bunca telaşın ve kavganın hiçbir anlamı yoktur.

            Ateşte yakanda benim, yananda. Ateş beni tanır ben ateşi tanırım. Muhabbetimiz sınırlı olmalıdır, sevgimiz sınırlı... Ölümcül sevgiler ceset değişikliğine sebebiyet verebilir. Ve öteden beri insanı adım adım takip eden, yaratıcısına bir kez asi geldiği, baş kaldırdığı için sürgüne mahkûm edilen, kolaycı memurun ekmeğine yağ sürebilir.  Ateşle öpüşemem ama ısınabilirim. Muhabbetimiz bundan öteye geçmemeli. Ateşin muhabbetinin yankısı hemen gözüktüğü için belki onunla olan ilişkimi fazla şıklaştırmam ama diğer varlıklarla olan muhabbetimin sonucunu hemen göremediğim için onlarla olan ilişkimin ölçüsünü hiç tereddüt etmeden kaçırabilirim. Mesela fazla yemenin, fazla uyumanın, boş boş oturmanın zararlı olduğunu ve cismimi körelteceğini hemen göremediğimden onlarla olan muhabbetimin dozajını kaçırabilirim.

            Vekilliğimde, hilafetimde tüm yetkilerimin sade cismim için olanlarını kullanıyorum. Diğer haklarımdan feragat etmiş değilim ama o konuda bir faaliyette bulunmak aklımın ucuna bile geçmiyor. Sadece, bazı çarpıcı anlar gelip kapıma dayandığında bir anlık hatırlama zahmetine katlanıyorum. Mesela babamın; benim yer kürede insanlar arasında dolaşmama vesile olan yegâne, birinci elden aslımı toprağın içine koyarken, aklıma vekâletimin diğer hususları gelirken, eve dönüş yolunda unutuveriyorum iki tıkım ekmek kırıntısının arasında. Ya da hiç beklemediğim bir anda o mükemmel bir alet olarak çalışan mekanizmamın teklemesinde, ne oluyor derken, geçince hemen unutuvermem gibi…

            Arkadan geldiğimin farkında değilim, önümde olanın ya da ne yaptığımın da... Sahi vekâletim kaç sayfa, kaç satır, kaç kelime, kaç hece ve ben ne kadarını kullanıyorum? Bunlar da zaman zaman aklımın bir köşesine takılsa da çabucak unutuyorum. Bu satırları kaleme aldığım şu andan itibaren söz veriyorum vekâletimin kullanmadığım kısmında ne var ne yoksa onu düşüneceğim. Ve dilimin döndüğü, kalemimin yazdığı kadar yazmaya çalışacağım.

            Midemin gurultusunu iyi anlıyorum. Karnımın tok sırtımın pek olduğunu da ama yinede bir kırgınlık, sol tarafımda zaman zaman bir sızı hissediyorum, mide kıyıntımdan farklı… Günlerdir dinlengin olmama rağmen, ayaklarım beni taşımıyor,  kollarımdaki kırgınlık, yorgunluktan olmasa gerek tamamen farklı. Acaba diyorum bunca besleyici yiyeceği almam rağmen, ellerimin ve ayaklarımın tutmayışı neden?.. Görsel ustalar, doktorlar, kalbimin tıkır tıkır çalıştığını söylerken benim hissettiğim elemin neden kaynaklandığının farkında değiller mi? Acımı dindirecek birkaç tablet veremezler mi?.. mademki dert bende, derman bende, aşk bende, ferman bende, belki salahiyetimi kullanır kahreder ya da rahmet ederim.

            Nasıl ki ayıklaya ayıklaya cismimin ihtiyaçlarının neler olduğunu keşfettim, buldum ve her ihtiyaç hissettiğinde ihtiyacını giderip sızısını dindiriyorum, öyleyse kalbimin de ağrısının dermanını bulup onu gidermeliyim ki dizlerime derman yüreğime ferman getirsin. Biraz düşününce aklıma geldi, karşılıksız değildir elbet vekillik, bunun bir bedeli olmalıdır. Bana bu vekâleti verenin bir gayesi bir amacı vardır elbet: o da, kendine karşı şükrümüzü arz etmemiz ve onun asil, kendimin vekil olduğunu unutmamamdır. Cismimi doyurduktan sonra şekil yönünden sağlam, hareket yönünden yorgun gözüken ellerimi normal bir vaziyette çalışabilmesi için emrin geldiği yöne çevirmeli onu verdiklerinden dolayı minnetle yâd etmeliyim. Verdiği bunca nimetten sonra üstüne üstlük birde kendisinin de yer kürede halifesi olma payesine sahip yapmak lütufların en güzeli değilse ya nedir?!..

            Yetkim, kudretim, yağmuru yağdırabilir ama suyu yoktan var edemez. Kışı yaza, yazı kışa çevirebilir. Gecelerin istirahat etmek, gündüzlerin ise maişetimi kazanmamız için yaratılmasına aldırmadan, sahte ışıklarla geceleri gündüze, güneşin önüne körelmiş kalbimi gerek gündüzü geceye çevirebilirim. Bu değişiklik, ilahi tecellinin aksine bana faydadan çok zarar vereceği, kendini ilim adamı yaftasıyla vasıflandıran her aklıseliminde tartışmasız kabul ettiği bir gerçektir.

            Vekilliğimi iyi anlamak neyi yapıp neyi yapmayacağımı iyi kavramak mecburiyetindeyim. Ümitle korku arasında durmalıyım. Sürekli tek kolumu sallayarak uzun bir zaman sonra ne onun işlevini çok kullandığım için, nede kullanmadığım kolumu da kullanamadığım dolayı yitirmelerine sebep olduğumu, yolun bir gün biteceğini, sonuçta yaptığım veya yapmadığımdan bir bir hesaba çekileceğimi unutmamalıyım.

            Şekilden şekle giren bedenimi, her defasında benden iyi tanıyan öteki yanımla ilgilenmeli, onun sesine kulak vermeliyim. Tıkıntıma rağmen kırgınlığım, yorgunluğum, durgunluğum devam ediyorsa ve sebebi cismani bir rahatsızlıktan kaynaklanmıyorsa eğer;  görünmez yerimin ilacının avuçlarımın arasında olduğunu bilmeli, ona, istediği zaman dozajına uygun ilaçlarını vermeli kendimi dengelemeliyim.

             Etrafımdaki insanların bir bir uzaklaşmasının nedenini bir bir bulmalı, günün birinde mezar taşıma bile sahip çıkacak birilerini olmayabileceğinin ince ince hesabını yapmalıyım. Onlar benim görünmez yanımı gördükleri için uzaklaşmış olamazlar mı? Ya onun görünmeziyle benim görünmezim arasındaki görünmez köprüyü görmeden yıkmışsam?!..  Elbette yaradan dert vermişse dermanda vermiştir.  Önemli olan o dermanın kimin uhdesinde olduğunu araştırmalı, ona derdimi söylemeliyim.

Vekâletimin sanırlarını araştırıyorum, sınırsız mı acaba? Hiç sanmıyor tereddüt etmiyorum.  Öyle olsaydı maddi yanımı doyurduğum zaman vücudum kendine gelir işlevine devam ederdi. Cismen herhangi bir problemim olmadığına göre öbür yanımı doyurmak hiçte öyle basit olmasa gerek. Çünkü göremediğim yalnız hissettiğim besinlerle doyduğundan hiç şüphem yok. Zira biraz tat aldığını hissedince bıkkınlığıma durgunluğuma bir haller oluyor… Deviniyor, hareket ediyor, ben buradayım demeye başlıyor sanki…

               İşte çarmıha gerilişim, darağacına çekilişim, idam sehpalarında âlem ibret olsun diye günlerce sallandırılmama meydan okuyarak hala hayatta kalabilmem, asıl’ın tüm yetkilerini bana vermediğinden kaynaklanmaktadır. O her şeyi bilen ve görendir. Tüm yetkilerini vermiş olsaydı-hâşâ-kim bilir bunları nasıl nerede ne şekilde kullanacaktım…

               Kahreden, mahveden, rahmet eden, azat eden bensem, kendimi bunca eza ve cefaya sürükleyende ben, onlardan uzaklaştıran da benim. Aslında farkına varmadan cismimi, farklı sınavlardan geçirmem, ismimi bulma çabalarımdan kaynaklanıyor olabilir mi dersiniz?.. Kendimi yarıp, içimde çalışmayan, atıl durumda kalan uzuvların bu hareketsizliğine çare arıyorum. Başımın içinde beni rahatsız eden ağrıyı, başımı taşlara vurunca kırıp içinden çıkarıp atacağımı sanıyorum.

                Ben, cismimin vekilliğini hunharca kullanmamda yaptığım aşırılığın, birkaç adım gerisinde kalarak, ismimin yaratılışa kayıtsız kalmaması gerektiğini anlayıp, ona cevap verebilsem, kalkmayan kollarımın kalkacağını da biliyorum. Ortada bir sorun varsa eğer, ben benliğimi bırakmıyor, ben olmak gerektiğine sahip çıkamıyorum.

               Şehvetim maddeme endeksli, mânâma ilgisiz…  Et ve kemiğimden medet umuyorum kasap dükkânı misali. Cismimi korsanlara kaptırma korkularımı yenip toparlayabilsem kendimi, tüm korkularımın yersiz olduğu bilincine varacağım, gerçeği bir türlü kavrayamıyorum. Selefimin peşinden giderken, yolumu onun izinden saptırma çabalarımdan, onun izni olmadan kurtulamayacağımı bile bile, o küçük beynimle onu kandırmaya çalışırken, kendimi kandırmaktan başka bir işe yaramayacağı bir türlü kavrayamıyorum…

               Sağımdaki, solumdaki, arkamdaki, yarışçılara yol vermeden kıyasıya mücadele etmem ve birde çoğu zaman selefime kendimce görünmeden bir şeyler yapma çabalarım, hacmimin ve kudretimin küçüklüğünü ortaya koyduğunun farkındalığına eremiyorum. Onlar beni sağlam bulvarlarsa kurallara uygun yarıştığımı sansınlar, ben elime aldığım bedenimin dizginleriyle bir sağ bir sol yapma girişimiyle kendimden ve içinde bulunduğum tüm şeraitten kurtularak, kandırma telaşına kapıldığımın farkında bile olmuyorum. Yorgunluğum, öteki yanımın isteklerine cevap vermemeden kaynaklanıyor gözükse de, aslında şu üç günlük ömürde, kendimle girdiğim maraton yarışından kaynaklandığı su götürmez bir gerçektir. Beni bu koşuda kimse tutmamalı, tutamamalıdır.

                Tüm varımı, yoğumu yakıp, yeni bir serüvene yol alırken alarak azıya gemi, motor görevini üstlenen beynimin hayatına noktasını koymasından sonra, yavaş yavaş iç organlarımda fonksiyonlarına son verirken birer birer, öbür yanımın sultanlığını vermeyen Rahman, atıma dur diyecek ve cismimi buraya kadar diyerek bineğimden indirecektir.

                Bundan bilmem kaç bin asır önce, onca canlıdan bir çifti ve kedine inanan insanlar zümresini nasıl taşıdığı konusuyla, genişliği, derinliği ve uzunluğunun ne olduğunu tartışıp dursa da asrın düzeni, aslın sözleştiği kullarının ruhuyla sulara açılmaz mı GEMİ?..