Bin yıldan daha mübarek bir ay kapı eşiğine dayanmışken henüz,  gökte dolunay sararmaktayken ve yanında tek bir yıldız bile yokken. Gece sessiz ama yazacaklarım çığlık çığlığayken; ben yalnızken ama sokaklar tıklım tıklımken, daha yol ayrımına gelmeden koymuştum bu masalın adını.

 

Dünya yaratıldığından bu yana hala sapasağlam gibi gözükse de değildi zahir. Bu yüzdendi bir kayısı çiçeğinin artık eskisi gibi kokmayışı. Bu yüzdendi masallarda anlatılan gibi yemişlerden bal akmayışı. Denizlerin bazen küsüp geri çekilişi, bazen öfkelenip karaya cenk edişi bu yüzdendi. Ve tüm bu sebeplerden dolayı bilmiyordu balık denize atılan iyiliğin kıymetini. Denize iyilik atılmıyordu, kıymetsizlik de bu yüzdendi.

 

“Her şey senin simandan, senin suretinden” deyip uzaklara çekip giden, hasreti kendisine kale yapan vakar ve edepli külhanbeyleri yoktu artık. Uyanmasın diye gece vakti ayakları öpülen, ağladığında kanlar dökülen, ülkeler yakılan kadınlar da yoktu. Benim aşkı yazamayışım, daha kötüsü yazdıklarıma inanmayışım da bundandı.

 

En evveli Cennet'e uzanan bu cihanın, herkes de biliyordu ya Cennet'in taklidi bir yaratısı olduğunu. Sonraları Cehennem'e benzeyişi de insandandı. Cennet'ten ilk kovulan insan değilse de son çıkan yine insan olmuştu. Cennet durduğu gibi duruyor iken ilk yaratıldığı günden bu güne, Cennet'i bırakıp gelen, dünyayı da Cennet'e benzemekten men eden, insanın suçuydu tüm bunlar.

 

İnsan artık eskisi gibi sevmiyordu. Havva, Âdem'i yaratılmışların ilki ve tek olanı olduğu için mi sevmişti? Yazılanlar şahit ki böyle değildi! O'nu yaratılanların en güzeli olduğu için öyle çok sevmişti. Ve Âdem de öyleydi.

 

Şimdilerde hangi kul sevdiği ile Cennet'e kabul edildikten sonrasının hayalinin kuruyordu. “Cennet'e kabul edilirsek eğer bir gün, umulmadık vakitte yola çıkıveren filbahri ağaçlarının olduğu bahçede bekleyeceğim seni. Vallahi başkasını değil, başka nimetleri de değil, sadece seni bekleyeceğim!” demiyordu seven sevdiğine. Söylese de diliyle söyleyip kalbiyle ikrar etmiyordu belli ki. İnsanlar bu yüzden sevgiyi unutmuş, ben bu yüzden vazgeçmiştim yazmaktan. Duyduklarıma da yazdıklarıma da inanmıyordum.

 

Acınası bir haldeydik de, halimize gülüyorduk. Ne kadar ağlanacak olduğumuzu da bilmiyorduk. Her birimizin, bahtına gözyaşı düşmüş hikâyeleri vardı gerçek olan. Ama “masal” diye avunuyorduk, kendi gerçeğimizden kaçıyorduk.

 

Neredeyse unutmuşken insanlık nefti renkli bir topraktan geldiğini, ben şimdi kime neyi yazıyordum? Denizde boğulan şehirler yok muydu dünya masalında, rüzgârda ölen insanlar, yanıp kavrulanlar, azap için yeniden ama yeniden diriltilenler!

 

Bu sonsuz gibi gözüken ama öyle olmayan devridaimde hisseme düşen yazmak olmuştu da nasıl yazacaktım tüm bunları. Bildiklerimi bile unutmak isterken, unuttuklarım gelir olmuştu aklıma. Bu yük ağır, ben yorgundum. Başlayacaktım yazmaya ama kimin hikâyesini yazacaktım?

 

Helak olmuş bir kavmin.!

 

Arka bahçemde yağmurun yol oluşunu, güllerin ihtilâlini, toprağın bereketini görmesem, ellerimle toprağa verdiğim bir tohumun yeniden dirilişine şahit olmasam, suyun bin yıllardır kirletilse de hala gökten tertemiz yağdığını hissetmese tenim, elbette ki yazamazdım. Ama yine de biliyordum bu dünya cennet gibi yerli yerinde durmuyordu, yaratıldığı günden bu yana.

 

Şubat soğuğunda yattığım bir ikindi uykusunda nasıl ki gaflete düşmüş idiysem. Borcumu geciktirmek şöyle dursun ömrümü kısalttıysam bir uyku vaktinde, ben de günahkârdım. Buna diyeceğim yoktu. Ama illa ki, yaptıklarımdan çok mağdurluğum vardı. Çünkü bu dünyaya benden önce uğrayanlar çok fazlaydı.

 

Ne kadar günahkâr bir evlat olursa olsun, dünyayı ayakta tutan da insanı doğuran analardı. Çünkü müjdeyi bir tek onlar almış, Cennet bir tek onların ayaklarına vaat edilmişti sualsiz.

 

Şimdi, dünyada kıymetlim olan her şey adına, elbette ki önce annem ve babam ama sonra yine de sevdiğim adına. Nicedir sevsem de söyleyemediğim, sustuğum adına. Dar vakitte yolda kalmış yolcunun üzerine yağan yağmura, ekmek ile tuzu bulamayana katık olan hububata. Süt ile uykudan başkasına ağlamamış olan bir yetime ve daha nicesine niyet edip bir hikâye anlatsam onların adına! Cümleye nereden başlayacağımı bilemiyorum.

 

Dünya çok değişmiş ise de yaratıldığından bu yana, insan hala aynıydı çünkü. İyilik de kötülük de fıtratında vardı. Bu yüzden Habil masumdu da, öldüren Kabil'di.

 

Her insan yandığı kadar İbrahim'di kendi masalında, tufana dayandığı kadar Nuh. Yalnızlığı kadar Âdem, analığı kadar Havva!