Bu fasıl, O'nu ilk kez gördüğüm ve kaderini kaderime ilmek ilmek ördüğümdür. 

Yine bir gece vakti kaleme aldığım bu hikâyenin ilk vukusu, Balkan Harbi yıllarına hem de savaşın en acımasız olduğu zamanlara rastlamıştı. Bu rastlayış belki de ismini ismimin yanına yıllar sonra bile yazarken ellerimin titrediği ve okurken dilimin dönmediği, ama sebepsiz olduğu halde bahtıma düşüveren kişiye rastlayışım idi. 

 

Peki, bu hikâyedeki yazıda söz başı, görevde ise aşkın mihmandarı olan adamın adı neydi? 

 

“Azam” 

 

Ne kendine ne de yaşadığı hayata ait olmayan iki insan, iki ömür, iki derme çatma baht!  Her şeyleri ikilik olup da yaşadıkları aşk tek olacak olan iki isimsiz. Azam, benim ondan önceki yaşamışlığımın nihayeti, ondan sonra yaşayacağımın besmelesiyken, ben şartsız, kuralsız ona ait olmak isterken, ama olamamışken, O benim ne çok şeyim oluvermişti. 

 

Balkan Harbi yılarında İstanbul'un en gözde semtlerinden birinde saraylı ninem, savaşta bir ayağını kaybetmiş ise de henüz yazma yetisini yitirmemiş olan babam ve annem ile birlikte yaşıyorduk. Ben, çoktan odama çekilmiş belki de yokluk zamanındaki en büyük nimet olan lambanın ışığında, kime vereceğimi hiç düşünmeden elime aldığım mendili işlemekteydim. Gece sessizdi, dışarısı soğuk. Oysa ben bu sessizliğe ve acıtan ayaza rağmen, yılmadan cepheye akın eden katarların seslerini duyar gibiydim. Yahut katarlarla birlikte gidenlerin sessizliğini... Gecenin geç vakti olmasına rağmen bütün gündüzleri tüketmişim gibi sanki bitirmek üzere olduğum narçiçeğinin son yaprağını işliyordum. 

 

Duyduğum seslere gece vakti evimizin tahta kapısına yüklenen bir elin heybeti eklendiğinde gelenden olmasa bile onu hiç beklemiyor olmamdan korkmuştum. Odamdan çıkıp hızla merdivenlerden inerken adımlarımın nasıl titrediğini hatırlarım yıllar sonra. Azam'ı her gördüğümde yine öyle oluyordum. 

 

Ben daha sofaya inmeden babam kapıya yürümüş gelenin kim olduğunu sormaksızın alıvermişti hanesine. Ninem her şeyden habersiz uyuyordu. Annem ve ben şaşkınlık ile korkunun izin verdiğince gece vakti evimize gelen bu yapancıya bakıyorduk. 

 

Sol omzundan bilmem hangi ecnebinin kurşunuyla yaralanmış olan ve hasbelkader konağımızın kapısına gelen bu yabancı kimdi? Daha içeri girer girmez yığılmıştı yere. Yorgun ayakları daha fazla taşıyamamıştı heybetli gövdesini. Annemle ben dokunmaya korkarken babamın çok evvelden tanıyormuş gibi yardım edip uzattığı sedirde değil de ölüm ile yaşam arasındaki eşikte duruyor gibiydi. Ülkemde o eşikten geçip ölenlerin sayısı yüz binleri aşmışken, hepsine de bu kadar mı yakışmıyordu ölüm? 

 

Ölümün kara örtüden bir kisve olduğunu ve hiçbir yaratılmışa yakışmadığını, yakışmayacağını anlamıştım ama artık çoktan tersyüz olmuş vatanıma bu çaresiz ellerimle nasıl yazacaktım yeni bir geçmiş ya da yeni bir gelecek? 

 

Yazamayacak olduğumu bütün çaresizliğimle biliyorken ve bu çaresizliğin rengini de yine en çok siyaha yakıştırmışken daha o vakit adını öğrenmemiş olduğum yabancının bir anlık açılıp kapanan gözlerini görmüştüm. 

 

Hangi renkti gözleri? 

 

Hem geceye, hem korkuya, hem de ölüme benzeyen siyahtı. Siyah ne çok renkti de tüm bunların hepsiyle birlikte girmişti bu yabancının bakışlarına. Daha fazla bakmaya içim elvermiyor sedirde uzanan kusurlu güzelliğe. Ellerimle yoklayıp tutunabilecek bir yer arıyorum. Sonra yığılırcasına oturuyorum merdivenin son basamağına. Tüm olup bitenleri, başımı ellerimin arasına alıp oradan izliyorum sabaha kadar. Babamın, sanki yıllardır bu işi yapıyormuş gibi yarayı sarmasını,  annemin gazlı bezler bulmasını, sedirde uzanan güzel yüzlü adamın anlının terleyişini hiç kalkmadan oturduğum merdivenden görüyorum. Ve ölesiye merak ediyorum, yaşaması için herkesin elinden geleni yaptığı bu adamın kim olduğunu. 

 

Sonunda sabahın ilk ışıklarını görmek üzereyken gözlerim, annem ve babam yapılacak her şeyi bitirip geriye kalanı da Allah'a bırakmışken fark ediyorum ki herkesten çok ben istemiştim O'nun gözlerini açmasını. Bu heybetli adam uyanacak ve ben sabaha kadar aklımda biriktirdiğim bütün soruları soracaktım ona. Fakat önce adını sormalıydım. 

 

Sonra, oturduğum merdivenden çok önemli bir şeyi unutmuş olduğumu fark edip hızla kalkıyorum. Sedef işli terliklerim ses çıkarmasın diye çabalayarak geçiyorum odama. Neredeydi işlemekte olduğum mendil. Daha bitirmemiş olduğum narçiçeğini bu yabancı uyanmadan işleyip O'na vermeliydim. 

 

Gün, henüz bir mızrak boyu ufuktan yükselmişken, babam ve annem yorgun geçirdikleri geceden hala uyanamamışken, ben bu yabancıya vermeye niyet ettiğim küçük hediyemi çoktan tamamlayıp onun ayakucunda, pencereye başımı dayadığım yerde kapatmıştım gözlerimi. Eğer ki saatlerce uyanmasını beklediğim yabancının ben uyurken gözlerini açacağını bilseydim hiç uyumazdım ya, yenik düşmüştüm daha üzerimden atamadığım çocuk yorgunluğuna. 

 

Gözlerimi açtığımda fark etmiştim ki, benim uyurken O'na yaptığımı O da bana yapmış, hiç savaş olmayan ülkelerin seyrine dalarcasına beni izlemişti uyanana dek. Daha kendime gelir gelmez ilk gördüğüm şey yine onun geceden kalma gece siyahı gözleri oluyor. Ve ben o an, siyahın o kadar da kötü bir renk olmadığını düşünüyorum. Sonra kendimden hiç beklemeyeceğim bir cesaretle soruyorum, hala sedirde yatan yabancıya. Meraktan çok, artık O'nun yabancı olmaktan çıkmasını istediğimden sormuştum bu soruyu. Ben adını bilmeden nasıl yabancı olmaktan çıkacaktı ki? 

 

-Adın ne senin? 

 

Kederli bakıyor yüzüme. Adını söyleyecek kudreti olmadığından mı yoksa savaş meydanında adını bile unutmuş olduğundan mı anlayamıyorum ama bu kederli bakışları O'ndan çok beni yoruyor. 

 

-Azam. 

 

Adını söyleyeceğinden artık umudum kalmamışken söylüyor. Oysa ben konuşmayı unutup susmayı öğrenenlerden olduğunu düşünmüştüm. Değilmiş meğer. Azam, kara gözlü, heybetli, şaşılacak kadar güzel ama yorgun biriydi. Omuzundaki yara olmasa bütün yorgunluğu geçecek diye düşünmüştüm o zaman. Oysa yıllar sonra ben bu hikâyeyi yazıyorken bile biliyordum ki, Azam'ın yorgunluğu ölene dek hiç geçmemişti. 

 

Yazdığım satırlara adını verdiğim narçiçeğine gelince. Elimde düşmesin diye tuttuğum mendili daha kendi adımı bile söylememişken Azam'a uzatıp kış vakti tomurcuklanmış narçiçeklerini kastederek, “Bunu senin için işledim.” Demeyi akıl edebilmiştim.  

 

Azam, elimdeki mendili sorgu sual etmeden alırken, hiç düşünmemiştim oysa. Yıllarca O'na gideceğim gün diye ölene kadar, kendi ellerimle mevsimsiz açtırdığım narçiçeklerinin ziyan oluşunda bir hayat sürecektim. 

 

Narçiçeğinin rengini aşkın yaktığı yüreklerden alan, tanelerini peygamber sofrasından arttırıp kullara nimet kılan, aşkı nasıl yarattı ise hasreti de yaratan Rabbe selam olsun.