Bu fasıl Azam'ın ismine ve ismini dilimde ezber ettiğimedir. 

İsim, insanın dünyada bahtına düşen ve hiçbir kimse ile ortaklık kuramayacak olduğu tek zenginliğiydi. Bu gerçeği, henüz bir zenginliğe sahip olduğumu bilmediğim yaşta. Daha küçücükken. Azam'ı tanımayacak kadar toyken öğrenmiştim. Azam'dan öğrenmiştim. O benim yüreğimden kalemime damlamış olan mürekkebim, sözüm, cümlem. Yol ile yordamım. Bildiklerim, unuttuklarım ve hatırladıklarımdı aynı zamanda. 

Kalbimi kendisine mesken edinmiş, ücretini vermiş de olsam, bedelini ölene dek veremeyecek olduğum tek varlığımdı. Yetmezdi ona verdiğim bu kadarlık değer. Azam benim hocamdı. Hem talebim, hem talep edenimdi. İsteyenimdi. İstediğimdi. 

Azam olmasaydı mesela ben nereden bilecektim hiç görmemiş olduğum, şükür ki görmeyecek de olduğum savaş beldelerinin tasvirini. O olmasaydı kim çizecekti, gitmeye yarayan yolların adresini. Kim anlatacaktı bana aslında göklerden geldiğini sandığım yağmurun memleketini. 

Böyle böyleyken ve Azam bana herkesten çok daha fazla hocalık yapmışken. Emeği bir harfin değil, bir ömrün hesabı hükmünce yine bir ömürlükken ona ömrümü vermeye razı olmuştum. Ama henüz bunu bile söyleyememiştim. Önce ismini kendi ismimin yanına nasıl yakıştırdığımı anlatmalıydım ona. Sonra onun da aynı şeyi yapmasını söylemeliydim. Öyle ki evvela ismimiz yakışmalıydı birbirine. Sonra kaderimiz. 

Azam geldikten, ona kördüğüm gibi âşık olacağım zaman kadar sonraydı. Yani ki çok değil, kısa bir süre sonraydı. Bir ikindi ile akşam vakti, günlerden huzurlu bir cumanın ertesiydi. Kıyamet vaktiydi. Yatağımda dizlerimi karnıma çekmiş olduğum halde daldığım uykumdan uyanmıştım. Daha önce hiç kimse ile yan yana yatmamış olduğum yatakta, Azam'ın yokluğunu hissederek açmıştım gözlerimi. Meğer ne çok yere yerleşmişti de her yerde onun yokluğunu görür olmuştum. 

Sedef işli terliklerimi giyip ve bütün adapları göz ardı edip koşuyorum Azam'a. Sofada, yattığı sedirin üzerinde arıyorum evimize gelen yaralı misafiri. Bulamıyorum. Annem ve babam yoktu evde. Ninem denize nazır pencerede asırlık hayallere dalmıştı yine. Azam neredeydi peki? Hiçbir yokluğa onu yakıştırmadan aramaya koyuluyorum. Daha koşmaktan yorulmamışken ayaklarım, ben soluk soluğa kalmamışken, onu arayan gözlerimden uyku mahmurlu kalkmamışken, elimle değil yüreğimle koymuş gibi buluyorum. Ve ancak yüreğimden gelen bir tarif ile bulabilirdim bu yitik misafiri. 

Günlerce her hizmetine koşsam da bunalmış olacak yattığı sedirin deniz manzarasından. Konağımızın güney cephesindeki bahçesinde tütsülenen ıhlamur ağacının altında buluyorum onu. Kızıyorum önce, sonra acıyorum. Oysa korkum evla geliyor bütün duygularımdan. Onu günün birinde kaybetmekten korkuyorum. 

Azam benim halim ile mecalim, sabrım ile sınanışım, bahtım ile hayalim arasında kurulan köprü. Azam,  bu meselenin ve bundan sonra mevzubahis olacak bütün meselelerin hem düzü, hem ters yüzü. Azam kendi ayakları ile bir gece haneme yaralı halde sığınmış da olsa kendi arayışımla ıhlamur ağacının altında bulduğum nasibimdi. Kaybetmeye daha hiç alışmamışken, kaybetme korkusunu yaşadığım zenginliğimdi Azam. Ve ben tam da bu gerçeğin eşiğine gelmişken, dallarının altında buhurunu içime çektiğim ıhlamur ağacını şahit kılacaktım söyleyeceklerime. 

Daha bahçeden içeriye adımımı atar atmaz, çitlerin olduğu derme çatma kapıda, ayağımda emanet gibi duran terliklerimi çıkartıyorum. Yalınayak gidecektim Azam'a. Yalınayak bir meczup gibi varacaktım huzuruna. Sonra yerde ayağıma batan cisimlerin ne olduğuna eğilip bakmadan, yeni tomurcuklanmış bir fesleğen görüyorum sol yanımda. Uzanıp, insan oluşumun gaddarlığı ile bir dalını kopartıyorum. Filbahri dalına dokunuyorum geçerken. Daha fesleğenle helalleşmeden onunla halleşiyorum. Çünkü hikâyem benziyordu hikâyesine. Kızıllara bürünmüş küpe çiçeğine dokunmuyorum. Bu kadar kıyım yeterdi. Günahsız çıkacaktım Azam'ın karşısına. 

İkindi vakti, güneş henüz terk etmekteyken bu güzel şehri. Yani ki o batıdan veda ederken ben aksi yöne düşmüş olan Azam'ın gölgesinde soluklanıyorum önce. Denizi seyreden bakışlarını, daha bakışıma eklememiş ise de fark ediyor geldiğimi. Önce duraksıyor, sonra yaralı olan sol omzundan dönüp bakıyor bana. Kısık gözleriyle taa içinden gülümsüyor. Mahremimi görmek yerine, rüzgâr ile bozulmuş olan başörtümü düzeltiyor. Bekliyor beni. Daha evvelden konuşacak olduğumuz ama ertelediğimiz bir meseleyi açmam için bekliyor. Ben bütün diyeceklerimi şaşırıyorum.  Terlemiş avucumda tuttuğum, daha koparır koparmaz solan fesleğen dalını uzatıyorum ellerine. Alıyor. Koklamadan bağrına götürüyor verdiğim hediyeyi. Ben daha çocuk diyeceğim yaşımda, henüz cümlelerin ezberini tamam etmemişken, “Azam” kadar güzel hiçbir ismi söyleyemiyorken, ondan cesaret alarak başlıyorum konuşmama.  “Azam!” diyorum. Söyleyecek olduğum her şeyi anlatırcasına. Sonra nefes alacak kadar izin veriyorum kendime. Ondan öteye gidemeyecek gibi oluyorum. Yoruluyorum. Yine de devam ediyorum.  Adım Elif benim. Sözün de özün de başı olan Elif. Bütün sırların mahareti, bütün harflerin ahreti, çetrefillerin sadesi...  Hem her şeyin hem hiçliğin hem tekliğin simgesi demek... Gayb demek, meçhul demek ama yine de bilinmek demek. Öyle ki Elif çok şey demek... Fakat Elif, azmi ile azameti ile çok şeydir. O azamet ise manasında gizlidir. Manadaki ağırlık bu denli çokken, Elif o sebepten bedenen sadedir. Tektir.  Benim bütün manalarım senin isminin Azam oluşunda, yani ki senin manandaki azamete bağlıdır. Diyeceğim o ki Azam. Sen tek başına azametini koruyabilirsin de ben içimdeki mana olmadan ben olamam. Yanımda sen olmadan, yüreğimde seni saklamadan Elif kalamam. Yakışıklıktan çok zorakiliği vardır bu beraberliğin. İlle de lâzımlığı vardır. Beni, cahillerin mertek sandığı bir âlemde manasız bırakma Azam. Nasıl yakışıyor ise bakışın bakışıma. Nasıl bakmadan durulmaz oluyor isek senin ile yan yana. İşte öyle yalnız bırakma ismimi. Elif'i Azam ile ezberlesinler. Benim bahtıma düş, senin bahtında kalayım. Şu buhurunu salan ıhlamur ağacı, bağrında sakladığın fesleğen şahit olsun. Bu isme senin kadar hiçbir isim yakışamaz. İsmime başka bir ismin hikâyesini yazdırma! Öyle çok söylemiştim, Azam öyle çok dinlemişti ki beni. Eğer ikindi vakti bitmemiş, eve girme zamanı gelmemiş olsaydı, o vaktin yasaklı oluşuna sığınıp kıyamete kadar konuşacaktım. Ama biliyordum ki manadan öteye bir adım; Azam'dan öteye bir isim geçemeyecektim. Titreyen ayaklarımla Azam'ın kararını bekleyecektim hesap vaktine kadar.  Daha o yaşımda Azam'ın heybetinden aldığım kudretimle dimdik beklemiştim ya vereceği cevabı. Yıllar sonra yazarken dayanamamıştım. Azam yoktu yanımda ve ben yaşlanmıştım. Fütursuzluktan olmasa da yorgunluktan olacak, bu hikâyeyi yine yarım bırakmıştım.