Gözlerimi, yatağımda uzandığım yerde tavanda sarkan avizenin yalancı elmastan taşlarına daldırdığım bir gece aklıma gelen o geçmiş zaman fasıllarına yakalanmıştım yine. 

Vakitlerden gecenin sabaha yaklaşan yarısıydı ama halim hal değildi. Uzandığım yerden bir türlü kalkamadığım, acıkmadığım ama susadığım, yorulmadığım ama korktuğum o acınası beden tutulmalarından birini yaşıyorken henüz, aklım bütün gücüyle çalışıyordu hâlâ. Ne var ki kaybetmek istediğim tek azam aklım, düşünme yetimdi bu anlarda.

Niyetim dünyadan bihaber yaşayan garip bir meczup olmak elbette ki değildi. Ama düşünmeden hele ki hatırlamadan hiç mi hiç olmuyordu. Hatırladığımda da olmazların en olmazı oluveriyordu işte. 

Daha kötü bir ânın ve hatırlayışın asla olmayacağına ve benim bu hali yaşadığıma yine kendim tanık olduğumda, öyle ki hem şahidim hem şikâyet edenim olduğumda, biliyordum acı ile zevkin kesişme noktası olan ama adı henüz olmayan çizgide durduğumu. 

Şahadet parmağımı pencereden sızan ışığa çevirip, “geri dön, kalmak için değilse bile aklımda bıraktıklarını almak için gel, sonra istersen yine git ama gitmeyi de isteme ne olur!” diyecek haldeydim de, diyeceklerimi duyuramayacak olduğumdan susmuştum. 

Bu çaresizlik ile içimi ferahlatacak suda günahlarımı yıkayıp abdest alsam üşüyerek ve selama dursam sokağa açılan pencereye nazır, önce vakti tuttursam sonra niyet etsem, gerisi malum hani, kıyam ve kamet!  Allah da biliyordu ya bu başlangıcın sonunu, tahiyata oturduğum yerde kıyamet olsun isterdim. İsteyecek haldeydim! 

Bunca girizgâhı geçmiş yaşıma rağmen hala eksik öğrendiğim kelimelerle yapmış iken, elbette sonrasında anlatacak olduğum da mühimdi. Lakin mühimlikten çok hazinliği vardı bu hikâyenin. Kazanmadan önce kaybedişi, alacaktan önce vereceklisi, sevmeden önce gideceklisi vardı. Ve ben, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan yazıcı, okumadan yazacaklarım, söylemeden susacaklarım, bitirmeden anlatacaklarım vardı. Ama anlatamadım. Sustum. Yoruldum. Yıldım! 

Hâsılı mahvoldum!

Girizgâhtan öteye tek cümle yazamadım, besmeleden sonrasını hatırlayamadım. Cürümden sonra ateş gelirdi, yandım! 

Dua edeceğim geldi de, edemedim. Ellerime ateşi koymuş olduğumu gördüm, avuç bile açamadım. Ey bütün Rabbini bilenlerin ve bilmeyenlerin Rabbi, ey benim rabbim ben ne büyük günahkârdım! 

Vakit azalmıştı, yazacaklarım da. Bildiklerimi söyleyecektim, ama bildiğim kadar da unuttuğum vardı. Sevdiğim kadar seveceğim, özleyeceğim vardı. Henüz hazır bulunmadığım meclislerde yani ki sevda ile hasretin karıştığı yerde adını durmadan zikrettiğim, daha diyeceğim vardı. Ama unutacaklarım henüz çivi gibi aklımdaydı. 

Ateşten vefa beklemek için, İbrahim olmak gerekirdi; tufandan vefa beklemek için de Nuh. Ben ne İbrahim ne de Nuh olamamışken bu ateş ile ölüm dünyasında sevdadan beklediğim vardı, sevdiğimden de ve hatta çektiğim hasretten de. 

Tüm bu yazdıklarım, Şems'in serkeşliğinden Mevlana'nın kabullenişine uzayan ve bütün kelimelerimi tüketmeden bitmeyecek olan, bittiğinde de yarım kalacak olan bir hikâyenin sadece başlangıcıydı. Kazanmadan kaybetmiş olduğum bir dervişin acısını parmakları yanarak ödeyen, yani ancak yazabilen ben, henüz hikâyeyi anlatmadan anlatacaklarımın vahametini anlatmıştım. Közden önce ateşe dokunmuş, ekmekten önce tuza banmıştım. Sudan önce toprağı istemiş, nefesten önce ölümü bilmiş bedenim de buna razıydı. Ama sevda, bildiklerimin içinde en zor olanı, en istenmez kılınanıydı. Ben yine de istemiştim. 

 

Kimin sözcüklerini kullanmıştım bu girizgâhta? 

 

Yeryüzünde, yeryüzünün yedi kat altında ve yedi kat üstünde, Cennet'te ve Cehennem'de, cin de ve ins-ü cinde bilinmiş bütün kelimelerin asıl sahibi olan Allah'ın sözcüklerini. Korku, kader, kahır! 

Zerre kadar hayır, zerre kadar şer yazmamışken henüz, gece ellerimi açıp dua ettiğim Allah nasıl biliyor ise kaybettiğim dervişten razı olduğumu, yazıcının okuyucuları da bilsin istedim. Bu yüzden yazdım. 

Her şeyi bir sahifeden geriye kalacak hatıra, bir kahveden geriye kalacak olan hatır için yazdım. Ama daha geriye kalacak olan ismi yazmadım. Bu hikâyenin kusurları vardı, kusurları olmasa anlatmayacaktım. Anlatsam da kusurları örtbas edemeyecektim ya, yine anlatacak oldum. Kalplerimizin bütün tarihçesini bilmesem ve bildirmesem mesul olacaktım. Ne hikâyeye ne romana ne de yaşadıklarıma inanmayacaktım. Bildim, yazdım, inandım! 

Sabır ile selamın sahibine, bekleyen ile bekletenin hikmetine selam olsun.