Yalnız kalmalıydı. Eğer kendi kendine kalırsa halledebilirdi. Düşünebilir ve içinden çıkabilirdi... Telefonu arka arkaya çalıyordu. Dalgındı… Bu ses onu harekete geçirecek kadar güçlü değildi. Çünkü kendini dış dünyadan tamamen soyutlamış, içinde birbirine hücum eden düşüncelerle mücadele etmeye çalışıyordu.

Kendi suskun ama kafasındaki sesler olabildiğince çığlık atmaktaydı. Başını iki elinin arasına aldı. Kısık bir sesle; “Susun, yeter, lütfen…” diye inledi… Ondan bağımsız hareket eden bu sessiz seslere sözünü dinletemiyordu. 

Göğsü hızla kalkıp inmeye, nefesini daha sık alıp vermeye başladı. Nabzı git gide artıyordu. Olup bitenler gözünün önünde hızlandırılmış bir film gibi birden başladı ve bitti. Yer ayaklarının altından kayıyor, dünya olduğundan çok daha hızla dönüyordu.

Her şeyi hissediyor, birçok şey duyuyordu. Fakat kendisi sadece dışardan izleyen biri gibi ne yapacağını bilemeden kalakalmıştı. Bu durumdan uzaklaşmak için gözlerini yumdu. Sakinleşmeye çalışıyordu. Rahatlamalıydı. 

Aklından güzel şeyler geçirmek için çabaladı. Çocukluk yıllarındaki o mutluluğunu, kahkahalarını hatırladı. En güzel zamanları o günlerdi. Beyninin içinde koşuşturup, gülücüklerinden orkestra kurmuş çocukların dansı beliriverdi gözlerinin önünde… Ufak bir tebessüm dudağının kenarına konuverdi.

Canı acıdığında annesine sarıldığı vakitleri hatırladı. Şefkati, sıcacık bir battaniye gibi sarıyordu onu… Kucağına ağlayarak kıvrıldığı, kısa bir süre sonra ise ağrıları dinmiş bir şekilde kalkıp, hiçbir şey olmamış gibi oynadığı anlar ne muazzamdı. 

Daha nice ilklerini yaşadığı çocukluğu ne güzeldi. Ama o minik insan küsmüştü ona… Bundan dolayı onu terk etmişti. Kendini suçlu gibi hissetti. O ufak çocuğu üzdüğü için kendine çok kızdı. Biraz önce gelen minicik mutluluğunun yerini suçluluk duygusu aldı. Çatılan kaşlarının ortasında oluşan çizgide kayboldu çocukluğu…

Gözleri kapalı bunları düşünür iken hafif bir yağmur sesi duymaya başladı. Birbiri ardına yeryüzüne intihar edercesine hızla düşen damlaların çarpma seslerini… Bu damlalar git gide daha da hızlanıyordu. Pencereye daha hırçın vuruyorlar, durmak bilmiyorlardı. Ardından büyük bir gürültü… Siyahla örtülen gökyüzünü yırtarak parladı. 

Damlaların sesi dinmek bilmiyordu. Kafasının içinde olan sesler de tekrar ortaya çıkmış yağmura eşlik ediyordu. Ellerini şakaklarına daha çok bastırdı. Gözlerini sıktı. Biraz öncekinden daha hızlı soluyordu ve titremeye başlamıştı. Alnında damla damla terler belirdi. Kendini biraz daha sıktı ve sabrının son aşamasına geldi; “Yeteeerrrrrrr!” diye bağırdı. Bağırması ile eş zamanlı çok gürültülü, şiddetli bir şimşek çaktı.

O anda irkilerek yatağından kalktı... 

Neydi bu şimdi?.. Bu rüyada neyin nesiydi?..

Gördüklerini ve rüyasında onun sabrını zorlayan seslerin ne dediklerini hatırlamaya çalıştı. Sonra özlem duyduğu çocukluğu aklına geldi. Bu anlaması çok zor olan rüyayı analiz edemiyordu. Etrafa bakındı. Gece olabildiğince sessizdi… Sadece cır cır böceklerinin rahatlatıcı sesleri, akrep ve yelkovanın bitmek tükenmek bilmeyen kovalamacasının saniyesi duyuluyordu... 

Başını duvardaki saate çevirdi. Gecenin üçüydü. Bu derin sessizliğin nedeni buydu. Düşünürken sükûnetin verdiği huzura daha fazla dayanamayıp, ağırlaşan göz kapaklarına hâkim olamadı. Bazen canını acıtsa da geceler, tekrar saçlarını okşayan uykunun şefkatli kollarına bıraktı kendini…