Sürünün içinde görünce bir insanı, onlardan biri sanırsın… 

Hele şehrin kalabalık caddelerinden dirsek dirseğe aynı istikamete yürüdüğünü görürsen, hepsinin bir aile olduğu yanılgısına varırsın…

Kaçımız içimizde var olan düşünme duygusunu hareke geçiririz dersiniz? En yakınlarımızı bile kaybettikten sonra katlandığımız birkaç dakika zahmetten öte. 

Kalabalıkların içinde akıp giden insanların yüz hatlarını okuma zahmetine katlanıyor muyuz? Yoksa bizde kendi yüz hatlarımızı okuyacak birinin arayışı içindemiyiz? Sorulara… Sorular… Sorulara…

Hayatımın en dar zamanlarında, kendime gelebildiğim birkaç dakikada harekete geçirebildiğim kadarıyla en az yaptığım şeyin,‘düşünme’ olduğu kanaatine vardım. Oysa o kadar masrafsız o kadar zemin ve zamandan sığ bir eylem ki, bunu daha geniş zamanlarda neden yapamadığıma şaşırıyorum…

Bu şaşkınlığım fazla sürmüyor tabi.Kendimden başka her şey için; zaman ve varlığımı pervasızca harcıyorum.Acıkınca,gördüğüm ve duyduğum tüm yiyecekleri bir çırpıda gözümün önüne gerip, onlardan hangisiyle nefsimi teselli etsem diye dakikalarca düşünebiliyorum. Araba almak isteyince günlerce araştırıp, akıllı saydığım kim varsa onunla istişare yapıp,saatlerce bunun üzerine kafa yorabiliyorum. Ya!Zamanın darlığını, insanın sağlını düşünmesi için harcadığı zaman ne kadardır?!.. Bu konuda bir istatistik yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Ben kendi adıma bu zaman dilimin, etrafımızda olup bitene harcadığımız tüm zamanlardan daha kısa olduğu kanısındayım.

İnsan, yaşadığı yerden bir başka şehre gidince biraz dünyadan haberdar olmaya başlıyor. Hele o uzaktan gördüğü insan sürüsünün içine karıştığı zaman, biraz daha insan olduğunu anlamaya başlıyor. Ben eskilerin,“askere gitmeyen erkek, erkek olmaz” sözlerine nazire olarak, gurbete gitmeyenin insanın da ‘insan’ olamayacağını iddia edenlerdenim. Kendi çöplünden çıkmayan insanlardan bir şeyler beklemek nafile. Zaman zaman, yıllarca insanların arkasında sel olduğu, yakından görebilmek, saçının teline değebilmek için servetler heba edebileceği insanların, son zamanlarında yanlarında kimseciklerin olmadığını, yazılı ve görsel basından okuyor ve duyuyoruz…

Bundan da öte, bir zamanlar üzerimize titreyen ebeveynlerimizi; elimiz ekmek, ayağımız yer tutuktan sonra bir çırpıda silip atmalarımıza ve onları kaderlerine terk etmemize ne demeli? Ne karışık bir yaratık şu insanoğlu, ne zaman ve zeminini ayarlamayan bir şapşal?..Bir vesile ile varlık elde edenler, o varlığa yenilerini ekleme cabası içinde ömrünü tüketirken, varlığı olmayanlarda onlarla yarışta ömrünü tüketiyorlar. Kendimize verilen akıl ve düşünme duygularını ne zaman biraz daha diğer isteklerimizin önüne çıkaracağız?!.. Uğrunda harcadığımız sağlığımızıtekrar kazanmak için kapı kapı dolaşmaktan geri duracağız!..

İnancımıza göre; saflarda astlık ve üstlük gözetilmezken,önce kötülüğesonrada kaybettiğimiz iyiliği kazanmaya harcayacağımız paraların biraz daha fazlasını kazanmak için seferber oluşumuz niye? Oturup düşünme zahmetine katlanan kaç kişi çıkar aramızdan!?.. ‘Düşünme’ derken kötülükleri ve vurdumduymazlığı kast etmiyorum elbet. Çevremizde olup bitenleri ve bizzat kendimizi kast ediyorum. Öylesine;inancımıza göre topraktanyaratılıpyada dağdakileri tercih edenlerin ifadesiyle hayvandan gelişerekatılı mı vermişizbu gezegene?!..

Ne tür ikilem içindeyiz yarabbi!?.. Şu insan denilen yaratık nasıl bir bilinmezin içine atıyor kendini!?.. Kutsal kitaplara göre topraktan yaratıldığına inanıyor da başıboşyaratılmayacağını akıl edemiyor. Kutsal olmayanlar tarafından hayvandan geliştiğine inanıyor ama aslı gibi yaşamıyor. Birde, ‘hayvanoğlu hayvan’ dediğinde alınıyor…

İnsanın akıl almaz işlerinden biri de, etrafındaki insan güruhunun biriyle bağlantısınınolmadığının ve tökezlemesi halinde yanında kimseyi bulamayacağının farkında olmayışıdır. Eğer farkında olsaydı, iki günlük ömür için yüz günlük azık biriktirmeye çalışırmıydı? Kime sorsan kefenin cebininin olmadığını söyler ama sanki kendisininde bilmediği bir cebi varmışçasına biriktirmeden uzak duramaz. İnsan, yalnızlığının farkına varsa, kalabalıkların içinin kof olduğunu anlasa, elbette doğruyu bulacaktır. İşte tüm mesele, bu durum ve şeraite kendini getirebilmesinde gizlidir. Başka bir deyişle insan, kendine karşı biraz ciddi olsa,  kandırmadan vazgeçse kendini, tam doğru çizgisinin üstünde duracaktır...

Yalnızlıklar için söylenen onca söz sanki boşunaymış, sanki onca anlatılan ve anlatıldığı zaman insanın nevrini döndüren çaresizlikler sadece anlatılmak için yazılmış senaryolardan ibaretmiş! Gerçekle uzaktan yakından hiçbir alakası yokmuş. Kimsiz ve kimsesiz olma durumu herkes için bir olsada asılda, yüzeysel olarak insandan insana ve toplumdan topluma değişkendir. Kimine göre ilmini öğretecek birilerini bulamayan bir ilim adamı yalnızdır. Kimlerine göre ise serveti olmayan insan yalnız…

Oysa gerçek yalnızlık ne odur nede bu.  Her insanda yalnızlık aynı yalnızlıktır ama farkında olmak ve o onu kavramak gerekmektedir.Ana rahminden dünyaya gelen insan, tutunduğundan koptuğu için farkına varmadan atarken narayı, kendine sahip çıkan şefkatli bir kolu bulunca, endişesi uzun sürmeyecektir.

Düşünme zahmetine katlananlar, bu olumsuzluk için farklı tarifler yapsalar da özelde, genelde hepsi aynı şeyi söylemektedirler. Aslolan kendinle baş başa kaldığın zaman, seni ayakta tutan bir inancın varsa, çare; o inancın ta kendisidir. Güzellikler, güzel şeyler,insanın kendiyle baş başa kalmasıyla ortaya çıkmaktadır. Güzel insanların sayısı azdır. İnsanların önlerini açan, onları güzel günler yaşamaya sevk eden güzel liderlerinsayısıda az...

İnanç, yalnızlıklara gelmiş ve yalnız insanlarla çoğalmıştır. İcatlar tamamen o yalnız insanların insanlık adına bir şeyler yapma serüvenleri ve çabalarıyla ortaya çıkmıştır. İnsanlar arasında, ailesi olamayan ve akraba taallukatı bulunmayanlar, yalnız insanlar olarak addedilmeye dursun, gerçek yalnızlık bundan çok daha uzaktadır. Öyle insanlar vardırki yetim hanelerde büyümeleri, aç, sefil, yoksulluklar içinde ölmelerine rağmen hala insanların arasında ortaya koymuş olduğu iyi buluş ile iyilikle,kötü buluş ile de kötülükle yad edilmeye devam edilmektedir.

O yalnız insanlar, inançları ve yaşamlarıyla çığ gibi büyümüş ve sepilmişler, asırlara damga vuran yüce imparatorlukları da omuzlarında taşıyarak insanların belleklerine kazımışlardır. Yetimlik, öksüzlük sade ebeveynlerini kaybedenlere verilen işim gibi algılansada insanlar arasında,asıl yetimlik ve öksüzlük kendinle baş başa kaldığın zaman kendini gösterecektir. Zira atandan kalmış bir şan ve mal bile, o itibari yalnızlığı bir anda tanımadığın kadar akrabaya ulaştırmak için yeter ve artar bile.

Herkesin bir yalnızlık ve gurbet anlayışı varsa da, İslam uleması çok özel bir anı; etrafını cami ağyarını mani bir tarifle oturtmuştur eksenine. Şaşkınlık ve yalnızlık arasında dolaşan bir kelime asıl manasını bu ulamanın son noktayı koymasıyla bürünmüştür ete kemiğe… 

Tüm bu anlatmaya çalıştıklarım ‘garip’ kelimesiyle anlatılmaya çalışılsa da, kimi- kimsesinden geçilmeyen, cakasından etrafından seçilmeyen, tüm o varlığına ve çevresine rağmen yaşamı karanlık bir çukurda devam ettirmek zorunda kalan, bir an olsun aydınlanmak için yakacak bir mumu dahi olamayan insana verilen addır GARİP…