“Dalları Batı’da, kökleri Doğu’da, Medine’de, Şam’da… Zeytinin yeşili ve barışın beyazıyla, İspanya’sı, Portekiz’i ve Fransa’sıyla rengarenk açan narin bir nar çiçeği. …...Merkezinde insan olan, su ile hayat bulan, aşk ile yoğrulan, ilimle kavrulan, taşı ve ahşabı zarif, mütevazi bir sanata dönüştüren. ……. Beş yüz küsur yıldır ise, tozlu kitapların arasında unutulup kuruyan bir narçiçeği, Endülüs.”       Prof. Lütfi Şeyban, Endülüs

 “1609’da Kral 2. Felipe bizi ülkemiz İspanya’dan sürmeye karar verdi…Alikante Limanı’nda çok insan vardı…Çocuklar ve gençler ağlıyorlardı, kadınlar susuyorlardı ve hiçbir şey yapamayan kocalarına bakıyorlardı…Gökyüzü griydi ve çok güçlü esen rüzgar, bir cenaze şarkısı söylüyordu…Hepimizin arkasında  çok büyük bir tarih var, beş yüz yıllık bir tarih,  Elhamra’yı, Kordoba’yı, Seviyya’yı, Gırnata’yı yaratan bir tarih… İbni Rüşt’ün, İbni Haldun’un Medeniyeti… Müslümanların, Hıristiyanların ve Musevilerin yaşadığı hoşgörü tarihi… Şimdi hepsi kayboldu, önümüzde çok kızgın bir deniz ve gizemli bir gelecek… Çabuk gemilere, diyordu fanatik din adamı ve nöbetçiler bize vuruyordu…

Çocuklar her seferinde daha yüksek sesle ağlıyorlardı ve insanlar bağırıyordu.

Allahaısmarladık Endülüs… Allahaısmarladık Kastiyya…                                                            

Allahaısmarladık Valencia… Allahaısmarladık evim…

Köyüm… Tarlam… Nehrim…               

Allahaısmarladık Endülüs…

Allahaısmarladık kalbim…”  Akif Emre

 “710 yılında neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamını ele geçirmiş olan Müslümanlar, Emevi Halifeliği’nin, Kuzey Afrika Valisi Musa B. Nusayr, 711 yılında, yedi bin kişilik bir orduyla, Tarık Bin Ziyad’ı İspanya’ya göndermişti. Tarık Bin Ziyad sonradan kendi adını alacak olan, Cebelitarık Boğazı’ndan geçmiş, 1492’ye kadar, İspanya’da yedi yüz yıl hüküm sürecek olan, İslam Devleti’nin temelini atmıştır. Tarık Bin Ziyad, karaya ayak basar basmaz, askerlerine şu tarihi sözleri söylemiştir: “Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman, nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Size silah olarak, düşmanın elinden alacaklarınız vardır.”

712 yılında Toledo, Cordoba, Archidor ve Libre, ertesi yıl da Zaragoza, Aragon, Leon, Liedia kentleri fethedilmiştir. 756 yılına kadar İspanya’da yirmi bir vali iş başına gelmiş, valiler döneminde fetih hareketleri hız kesmeden devam etmiştir. 732 yılında, Tour ve Poıtıers arasında bir ovada Fransızlara karşı aldıkları yenilgiyle, Avrupa’ya olan ilerlemeleri durdurulmuştur. 755 yılında Abbasilerin, Emevi Hanedanlığına son vererek, hanedan mensuplarını sıkı bir takibe almaları sonucunda, Emevi sülalesinden gelen Halife Hişam’ın torunu 1. Abdurrahman canını kurtarmak için Endülüs’e geçti. Yemenlilerin ve Berberilerin desteğini alarak İşbiliye ve İlbire’yi kontrol altına aldı. Daha sonra da Kurtuba’ya giderek 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’ni kurdu. (756- 929) Emirlik dönemi, (929-1031) Halifelik dönemleridir. En parlak dönemi, 3. Abdurrahman (912-961) 2. Hakem (961-976) dönemleridir. 756 yılından 1031’e kadar 275 yıl süren emirlik ve halifelik dönemleri Endülüs Emevi Devleti’nin bütün ihtişamıyla, İspanya’ya tam hâkim olduğu yükseliş dönemidir. Yöneticilerin bitmez tükenmez siyasi hırsı, dini ve mezhebi iç çatışmaları sonucunda, bu büyük devlet yıkılmıştır.

Endülüs Emevi Devleti’nin enkazı üzerine birçok devlet kuruldu.1031’den başlayıp, 1492’ye kadar süren dönemin hikayesi de manidar ve ders vericidir. Endülüs tarihinde; sırasıyla, (1031-1090) “Mülükü’t Tavaf” dönemi, (1090-1147) Murabıtlar dönemi, (1147-1229) Muvahhitler dönemi ve nihayetinde, (1238-1492) Gırnata Beni Ahmer Emirliği’yle, Endülüs’te İslam hakimiyeti sona ermiştir. Beş yüz yıl süren iktidarları döneminde, yöneticilerin kavmiyetçi ve mezhebi tarafgirlikleri, iç çatışmaları ve siyasi zafiyetleri hiç bitmemiştir. Bu günlerde de bir benzerini yaşadığımız, dini ve mezhebi çatışmaları göz önüne getirdiğimizde, tarihin adeta tekerrür ettiğine ve hiç ders alınmadığına şahit olmaktayız. Müslüman toplumlar olarak, bir tarih bilincine sahip olmadığımız açıktır. 711-756 / 756-1031/ 1031-1492 ve sonrası dönemleri en ince ayrıntılarıyla değerlendirebilmek; Müslümanlara bilinçlenme imkânı verecektir.

1492’den 1609 yılına kadar, yüzyıldan fazla süren dönem; Hıristiyan hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar kendilerine “Müceddenler” diye adlandırıyorlardı. Hıristiyan İspanyollar Mücedden Müslümanlara, küçümsemek ve aşağılamak anlamında, Morisko diyorlardı. İspanyolca ’da Moro; Müslüman halk arasından “vaftiz edilmemiş olan kafir, zındıklar” anlamını taşımaktadır. Hıristiyanların “reconquista” dedikleri olaylarla beraber, Katolik orduların Müslümanları ya din değiştirmeye ya da İspanya’yı terk etmeye zorlamaları, İspanya Tarihi’nin en karanlık dönemidir. Müceddenlerin Tarihi, gerçek manada; toplum içinde Hristiyan kimliği, evlerde gizli mekanlarda Müslüman kimliği olmak üzere “çift kimlikli” yaşamak zorunda kalan gizli Müslümanların tarihidir. Hıristiyan krallar, 1501 yılında Müslümanların evlerinden topladıkları beş bin cilt kitabı şehir meydanında yakmışlardır. Bu dönem, yüz yıllar boyunca süren, bir zulüm, sindirme, sürgün ve yok etme dönemidir.

Öncelikle Arapça konuşmak, Arapça isim koymak, çocukları sünnet ettirmek, kadınların tesettüre girmesi, İslami usullere göre kesimler yasaklandı. Küçük çocuklar manastırlara yerleştirilip, Hristiyan terbiyesiyle yetiştirilmeye başlandı. Ramazan ayında gündüz vakti kendisine sunulan domuz etini yememesi, ağzından “Allah”, “Muhammed” lafızlarının çıkması, yatak odasında haç bulundurmaması, gibi saymakla bitmeyen birçok sebepten dolayı “Engizisyon Mahkemeleri’ne” sevk edildiler. Burada para cezası, mallarının elinden alınması, kürek mahkumluğu veya yakılarak öldürülme gibi cezalara tabi tutuluyorlardı. Avrupa Tarihi’nin en büyük soykırımı Endülüs’te yapıldı. Binlerce Müslüman sokaklarda yakılarak öldürüldü. Bütün bu cezalar, Müslümanların asimile edilebilmesi için yeterli olmadı.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı İmparatorluğu’nun ulaştığı güçle, Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Reis, Piyale Paşa, Salih Paşa gibi Türk denizcileri, çok sayıda Müslüman’ı Kuzey Afrika’ya, nakletti. Bu yardımlar geride kalanların dinlerine daha çok bağlanmalarını sağladı. 1609 yılında başlayan sürgünler sırasında, İspanya’dan çıkarılan Müslümanların sayısı üç yüz bini bulmuştur. Büyük çoğunluğu Fas, Cezayir, Tunus, Selanik, Belgrad, Saraybosna, İzmir, İstanbul, Adana, Şam, Trablusgarp gibi, Osmanlı Eyaletlerine ve şehirlerine yerleştirildiler. Bütün Osmanlı Ülkesi, yeryüzünde dini bağnazlıklar yüzünden sürülen, zulüm gören Müslümanların, Yahudilerin, Ortodoksların, Katoliklerin sığındığı, rahat ve huzur içinde yaşadıkları ve ibadetlerini serbestçe yaptıkları topraklardı. Sayısız ayaklanmalar, şiddet ve zulümlerle süren, Endülüs Müslümanlarının tarihi, İslam Tarihi’nin en ibret verici bir bölümüdür. İspanyollar, Müslümanları yabancı olarak görüyorlardı, oysa onlar yabancı değil binlerce yıllık Endülüslülerdi ve Endülüs Medeniyetini kurmuşlardı. O coğrafyanın adı Endülüs’tü ve onlar orada doğmuştu.

“İspanya’da yenilenme, Barbar kavimler vasıtasıyla kuzeyden değil, Müslüman fatihler vasıtasıyla güneyden geldi. Bu gelişme, bir fetih olmanın çok daha öncesinde bir medeniyet hamlesiydi. Bu sayede İspanya’da 8. ve 10. yüzyıllar arasında bütün Orta çağ boyunca Avrupa’nın bilinen en zengin ve en parlak medeniyeti doğup gelişti. Bu dönemde kuzeydeki halklar din savaşları yüzünden parçalanmakta ve kana susamış vahşi (barbar) sürüleri halinde hareket etmekte iken, Müslüman İspanya toplumu otuz milyonu aşmakta, o dönem için çok büyük olan bu nüfus yapısı içinde her ırk ve din gurubu ahenk içinde hareket etmekte ve toplum çok canlı bir nabız atışı sergilemekteydi. Bu verimli atmosfer içinde bütün fikirler, bütün gelenekler ve yeryüzünde o ana kadar ortaya konmuş olan bütün buluşlar, sanatlar, bilimler, endüstriler, yenilikler ve klasik dönemin disiplinleri bir arada bulunuyordu. Bu farklılıkların birbiriyle karşılaşmasından yeni buluşlar ve yaratıcı yeni enerjiler doğmaktaydı.”    ” Vincent Blasco Ibanez,  İspanyol düşünür ve edebiyatçı.” Prof. Lütfi Şeyban, Endülüs          

Üstad Sezai Karakoç, “Endülüs’ün Feryadı” yazısında; “Koca Endülüs’ten geriye bir toz toprak bulutu içinde çığlık atan kadınlar ve çocuklar, kaçışan hayaletler ve çağın kulağında asırlarca çınlayan feryatlar uğultusu kalmıştı” diye yazar. Endülüs’ün o trajik çağ şairlerinin en büyüklerinden Ebu’l Beka Salih b. Şerif’in, Endülüs’ün düşüşünden önce Sultan 2. Bayezid’e sunduğu, Feryadnamesi’ni de (1486-1487) Üstad, bize şöyle tercüme eder…

 “Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu,

Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan ey insanoğlu.

…………..

Zamanın faciaları çeşit çeşit türlü türlüdür, o ne zengin facia bezirgânı;

İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu,

………….

Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir?

Şatibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu?

Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba,

Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?

Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri

Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerin suyu?

………..

Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi,

Sen uyu bakalım, ama zaman için ne demek dinlenmek ne demek uyku.

…………

Yürekli, utanan, alçalmadan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde?

Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu?

…………

Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını,

Başsız, şaşkın, olup bitene hayretle, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.

…………

Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın,

Eğer o yüreklerde İslam’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Allah dostu…”

Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş İstanbul, 1985 s. 85

               

               

Endülüs'ten Avrupa'ya Kalanlar - Cami Estetiği