SULTAN ABDÜLAZİZ HAN

Sultan Abdülaziz 8 Şubat 1830 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Sultan İkinci Mahmud, annesi Pertevniyal Valide Sultan’dır. Ela gözlü, beyaza yakın kumral tenli, sert bakışlı ve top sakallıydı. Ağabeyi Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 günü tahta çıktığında 31 yaşındaydı. Müsrif bir padişah olarak tanınmasına rağmen, çok sade giyinir, sarayda terlik ve entari ile dolaşırdı. Babası öldüğü zaman dokuz yaşlarındaydı. Ancak ağabeyi Sultan Abdülmecid, onun eğitimine gerektiği gibi dikkat etti.

Sultan Abdülaziz, Osmanlı donanmasına ısmarlayacağı gemilerin planını bizzat kendisi çizmişti. Ok atmayı, ata binmeyi, avlanmayı ve özellikle güreşmeyi çok severdi. Güçlü, kuvvetli ve pehlivan yapılıydı. En iyi pehlivanlarla güreşir ve sırtlarını yere getirirdi. 4 Haziran 1876 şehid edilmiştir.

Sultan Abdülaziz’den evvel “Tanzimat Fermanı” ile Batı hayranlığı yolu açılmış ve bu istikamette atılan adımlar, halkın ruhunda devlete karşı ilk küskünlük tohumlarını filizlendirmeye başlamıştı. 2. Mahmud ve halefi Abdülmecid, Batı taklitçiliğine alet olmuş, an’anevi ordu şeklimiz olan yeniçerilik ilga edilmiş, resmi cenaze merasimleri bando-mızıkayla yapılmaya başlanmıştı. Milletin tab’ına zıt olan bu çeşitli ıslahat hareketleriyle devlet, tebaasına yabancılaşmış ve yapısını besleyen ruhaniyet ve maneviyat dünyasından uzaklaşmaya başlamıştı. Halk küskündü; devlet adamları da, Batı dünyasının gerçekleştirdiği terakki karşısında şaşkın ve mütereddit bir hâldeydi. İslâm’ın düşmanları ise, Batı ile aramızda büyüyen terakki mesafesinin vebalini, muazzez İslam’a yüklemek için sinsi bir propaganda faaliyetine girişmişlerdi. Öyle ki, daha sonra şair Ziya Paşa bu durumu, şu beyti ile ifade edecekti: İslam imiş devlete pabendi terakki, Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı!..“Devletin terakkisine engel ve ayak bağı İslam imiş.. Eskiden beri İslam’ın ruhundaki dinamizm, bir terakki amili olarak kabul olunurken şimdi nasıl oldu da bunun aksine böyle bir rivayet ve kanaat ortaya çıktı..”

Halbuki Avrupa’daki terakki, hristiyanlığın veya ona dayanan usul, erkan ve kültürün bir eseri değildi. Bu keyfiyet, Amerika’nın keşfedilmesi ve buradan büyük bir bakir servet elde edilmesi, buharlı geminin icadıyla Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnu’ndan dolaşılması ve bu suretle baharat, ipekli kumaşlar gibi uzak doğu mallarının Batı’ya aktarılışıyla ticaret yollarının değişmiş bulunması ve bütün bunların neticesinde Avrupa’da bir “sanayi inkılabı”nın yaşanması gibi büsbütün başka ve sırf iktisadi olan sebeplerin eseriydi.

Hal böyleyken, düşmanlarımız iki alem arasındaki farkı, yanlış bir tevil, tefsir ve telkin ile bizi kendi orijinal dünya görüşümüzden, ictimai nizamımızdan, tamamen İslami olan hayat üslubumuzdan ve ruhani hayatımızdan uzaklaştırmaya başladılar. Bu yanlış yolu, bize kasten doğru gösterip terakki için yegane çarenin Avrupalılaşmak olduğunu telkin ettiler. Ne hazindir ki bu telkin, başta devrin paşaları olmak üzere padişahları bile tesiri altına alacak kadar genişledi.

Diğer taraftan 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasıyla ananevi ordu nizamı bozulduğundan, iki yıl sonra Ruslar, on beş bin kişi gibi cüzi bir kuvvetle Edirne’ye sarkabilmişlerdi. 1829 yılında Yunanistan’ın kuruluşu emri vakisi ile karşılaşılmıştı. 1832’de bir Osmanlı valisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ordusu, Kütahya’ya kadar gelebilmişti ve asırlardan beri mağlubiyet görmemiş bir devlet olan Osmanlı, bu durum karşısında Rusya’dan yardım istemek mecburiyetinde kalmıştı. Bütün bunlar da, milli gururu rencide etmiş, vicdanlar rahatsız olmuştu. 2. Mahmud, devrinin gailelerinden teessüre kapılmış, verem hastalığına yakalanmıştı. Cılız, hastalıklı ve Batı karşısında aciz bir padişahtı. Halefi Sultan Abdülmecid de aynı Batı taklitçiliği yolunda yürümüştü.”