FATİH SULTAN MEHMET (II MEHMET) 4

Devlet idaresine dair pek çok kaide ihtiva eden bu kanunnamelerde günümüze kadar üzerinde pek çok tartışma cereyan etmiş bulunan meseleler, “kardeş ve evlat katli” ile vezirlerin siyaseten cellada havale edilmeleri keyfiyetleridir. Dikkat olunursa, hanedan mensuplarıyla vezir rütbesini haiz kimselere mahsus olan bu kaidenin iki hususi sebebi vardır:

1) Bunlar, icabında devleti bölebilecek bir otoriteye sahip olduklarından haklarındaki kararın süratle verilmesi gerekmektedir. Sıradan mahkemelerin usul hükümleri, buna imkan vermediğinden, bir ihanet halinde usulu kaideler yerine getirilinceye kadar iş işten geçmiş olur ve telafisi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, Sultana: “Cellat!..” diye bağırma hakkı verilmiştir.

2) Bunlar, devlette otorite bakımından en üst mevkide bulundukları için kendilerini korkmadan muhakeme edebilecek olan daha üstün bir otorite sadece Sultandır. Halktan birini Sultanın cellada havale edebilmesi ise, onun sadece sefer halindeki bir orduya mensub bulunmasına bağlıdır. Gerçekten sefer halindeki bir orduda bazen bir nefer bile bir bozguna sebep olabilir. Bu temel sebeplerle ortaya çıkan şu tatbikat bile nefsani hislere meydan vermemek için daima şeyhülislam fetvasına dayandırılmıştır. Bu sebepler, devletin bölünmekten korunması ve bekasının temini gibi haklı bir endişenin eseridir. Gerçekten büyüyen bir devletin parçalanıp dağılmaktan muhafazası, oldukça güçtür. O günkü muhabere imkanları da dikkate alınırsa, bu güçlüğü takdir etmek, daha da kolaylaşır. Bu ölçüler ışığında devletin tek elden idare edilerek ümmetin parçalanıp güçsüz beyliklere bölünmemesi ve bu suretle ehl-i küfür karşısında devamlı olarak kudretli kalınabilmesi için Fatih’in hukukileştirdiği «kardeş ve evlat katli» meselesi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan en büyük saiklerden olduğu söylenebilir.

Bu husus da ki madde şöyledir: “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, (mecburiyet hâlinde) nizam-ı alem için karındaşını öldürebilir. Ekseri ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olalar…”Demek oluyor ki Fatih, bunu emretmiyor. İhtilal ve anarşi gibi şartların son derece mecbur bıraktığı durumlarda başvurulabilecek bir müsaade olarak hukukileştirmiş oluyor. Buradaki nükteyi doğru anlamayarak Osmanlı’nın velayet derecesine yükselmiş bulunan sultanlarını bile -haşa- canilikle suçlamak, yerinde bir hüküm değildir. Dünya tarihinde bir misli bulunmayan tebasının menfaati için kendi evlat ve kardeşini feda etme hususiyeti karşısında hislerden ziyade idrak, irade ve tarihi gerçeklere göre tahlilde bulunmak icab eder.

Diğer bir gerçek de şudur ki, 623 sene gibi uzun bir imparatorluk devresinde “evlat ve kardeş katli” sebebiyle ölenlerin sayısı, takriben altmış küsur kadardır. Aksi halde bu rakam, yüzbinleri bulur, hatta daha ziyade olabilirdi. Nitekim bu husus da ibretli bir tablo olarak, sadece Yavuz Sultan Selim Han ile ona isyan etmiş bulunan Şehzade Ahmed’in saltanat davasında Konya ovasında yapılan mücadelede iki taraftan yaklaşık on bin müslüman kanının aktığını hatırlatmak kafidir. Bu da gösteriyor ki, kardeş ve evlat katli meselesi, alternatifsiz iki büyük mecburi tehlikeden en hafifini tercih etmek zaruretine binaen naçar bir şekilde tatbik edilmiş bir hadisedir. Birçok kritik durumlarda ortaya çıkan bu çaresizliği açıkça görmek mümkündür.

Yavuz Sultan Selim Han, kendisiyle mücadele edip bertaraf edilen kardeşi Şehzade Korkut’un tabutu altına ağlaya ağlaya girmiş ve: “Ey kardeşim! Ne sen bana bunu yapsaydın, ne de ben böyle yapmak zorunda kalsaydım!..” demiştir.

Kanuni de, oğlu Şehzade Mustafa’yı katlettirdikten sonra onun cenaze namazını kıldırmak istemiş, ancak gark olduğu gözyaşı selleriyle namazını bozmak zorunda kalmıştır. Zira Kanuni, bir meyvedeki karıncanın kırılmasının caiz olup olmadığı hususunda bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’den fetva soracak kadar içli, muhlis ve müttaki bir mümindi…Bu ve benzeri acıklı ve tezatlı hadiseler, cihan-şümul bir imparatorluğun bağrına saplanan elem dolu hatıralardır. Bunlar, cihana yön veren büyük cihangirlerin ruhunda kanayan sıcak bir yaraya batan bir diken gibi olmuştur. Bunun için hamiyetli sultanlar, zarureten bertaraf ettikleri şehzadelerin aile ve yakınlarını mağdur etmemişlerdir. Bolca lutuf ve ihsanlarda bulunmanın yanında şehzade ailelerine lüzumlu tahsisatı bağlamışlar ve yakın hizmetindekileri de devletin çeşitli makam ve mevkilerinde vazifelendirmişlerdir. Hulasa “kardeş ve evlat katli” meselesinde söylenecek son söz şudur: Altı asırlık cihan-şümul bir imparatorluk olan Osmanlı’nın hata ve sevaplarıyla mütalaa edilmesi ile neticelere gitmek, en doğru bir harekettir.

Fatih Sultan Mehmet Han, düşmanlar tarafından bile takdir edilen bir Sultandı. Yegane gayesi İslam bayrağını bütün cihana hakim kılmaktı. Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Hassas, ince ruhlu, müşfik bir Sultan olan Fatih, zahiri alemdeki yükselişini, maneviyat aleminde, yani tasavvuf vadisinde de gerçekleştirmiş, zülcenahayn (iki kanatlı, iki vecheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zahirde de batında da emsalsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddi ve manevi babası idi. Bir merhamet abidesi olan Fatih, ümmete sayısız vakıflar tesisi ile devrini, sosyal adalet anlayışının zirvesine yükseltmiştir. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvi yüreğinin inceliklerini sergiler:

Fatih Sultan Mehmet Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adalet, hak ve hukuk hakim durumda idi. Kanun önünde bütün insanlar eşitti. Sanki: “Adalet, mülkün temelidir..” ifadesi, O’nun için varid olmuştu. Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vediatullah, yani devlete Allah tarafından emanet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riayet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adaletini gören Hıristiyanlar, onlara adeta aşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütuhatın süratle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adaleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhasara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..” İşte bu yüce adalet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle birçok rahibe, Müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan Hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adalete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefa borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükafatlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular. Fatih, adalete ve adâleti tevzi eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukuku tenfiz etmesi için kendilerine daima yardımcı olurdu.

Fatih Sultan Mehmet Han’ın ömrü muazzam ideallerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük gayretlerle geçmiştir. O, bizzat katıldığı 25 harbin yanında her türlü imar faaliyetlerinden ve ilmî gayretlerden de geri kalmamış, bu sahalarda da daima en zirveyi yakalamıştır. Hususiyle İstanbul’un imarına ehemmiyet veren Fatih, saray, camiler, medreseler, imaretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde dört bin dükkan yaptırarak vakfetmiştir. Büyük camilerin yanındaki medreseler haricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su tesisleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fatih devri eserlerindendir. Fatih, bunlara ilâveten Bursa’da 37, Edirne’de 28, diğer şehirlerde de 60 cami inşa ettirmiştir. Fatih Camii O’nun en son seferi, kendisinin her zaman söylediği: “Nereye gittiğimi sakalımın bir kılı bile bilecek olsa, onu koparıp atardım!..” ifadesi üzere herkesten gizli idi.

Üç yüz bin kişilik muhteşem bir ordu ile yola çıkmıştı. Ancak henüz yolun başındayken zehirlendi ve Gebze’de şehiden vefat eyledi. Daha evvel de on dört defa Venedikliler tarafından zehirlenmek istenmiş, fakat hepsi de bertaraf edilmişti. En sonuncu zehirlenme ise, takdir-i ilahi olarak fark edilemedi ve koca Sultan, Hazret-i Peygamber’in müjdesine ilaveten bir de şehadet rütbesine nail olarak şehiden 1481’de Rabbine kavuştu. (Fatihi zehirleyen Maesta Jakopo adlı Yahudi bir doktordur. Bu doktor, Yakup Paşa ünvanıyla saray doktorları arasındaydı.) Cenaze namazı Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri tarafından kıldırıldı. İnşa ettirdiği Fatih Camii’nin kıble tarafındaki türbesine defnolundu.”