FATİH SULTAN MEHMET (II MEHMET) 3

Fatih, manevi terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemsettin’i çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyaretine gider; yanından, gönlü huzur ve sükun içinde dönerdi. Akşemsettin de, ara sıra kendisini ziyarete gelince Fatih, ayağa kalkar, O’nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmud Paşa, bir gün merak ve hayretle: “Aziz sultanım, siz hiçbir alime göstermediğiniz hürmet ve tazimi Akşemsettin’e gösteriyorsunuz!. O’nun yanında size bambaşka bir hal oluyor. O’nun diğer alimlerden ne farklı tarafı var?..” diye sordu.

Fatih de cevaben: “Hiçbir zaman, mekan ve şahısta görmediğim heybet ve cazibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt-üst ediyor. Beni apayrı alemlere sevk ediyor. Muhabbet ve heybet, birbirine zıd iki hal olduğu halde, ruhumda nasıl birleşiyor? Ben de buna hayret ediyorum.. Bu hal nedir? Bu hal, neyin nesidir?. Anlıyorum ki bu, O’nun cismani varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzurunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, aciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı alemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu halim, O’nun ruh dünyasının bana olan in’ikasıdır. Aynı zamanda O’nun kendi ruhi derinliğini resmeder.” dedi.

Bu sebepledir ki fetihten sonra Akşemsettin Hazretleri de, Sultan’ın, kendi sohbetinden alacağı feyz ile devlet işlerini aksatmaması için İstanbul’dan ayrılmış, memleketi olan Göynük’e yerleşmiştir. Ancak Sultan Fatih’le aralarındaki gönül bağı ve manevi irşadı mektuplarla devam etmiştir. Baba-oğul muhabbetinden daha öteye bir yakınlıkla Sultan’la hocasının arasındaki bu yüksek muhabbeti sergileyen aşağıdaki mektup, Akşemsettin Hazretlerinin gönlünden taşan ne güzel bir öğüdüdür: “Dünya rahatlığı, ahıret rahatlığına nisbetle yok gibidir. Cismani lezzet, ruhani lezzete nisbetle bir hiçtir. Hiçe iltifat etmeyiniz! Belaların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velilere, sonra halifeleredir. Peygamberler ve veliler yolunun yolcusu olduğunuzu, en büyük nimet bilip hiçbir beladan elem duymayınız, aksine lezzet alınız! Kur’an-ı Kerim’de «bir zorluk» iki kolaylık arasında zikredilir. İnşaallah yakın zamanda zorluklar bitecek, her tarafta düşmanlar zelil ve hakir olacaktır. Yanımda Allah’a ahdettiğiniz şeyleri sakın ola ki bozmayınız! Böyle yaptığınız takdirde her zaman mansar ve muzaffer olursunuz! Memleketin ahvali, sizin ahvalinize tabidir. Zira sultanlar, memlekete nisbetle bedendeki ruh gibidirler. Bedeni idare eden ruhtur. Kendinizi sair halk gibi zannetmeyin ve memleketin ıslahından başka şeyle meşgul olmayın!. Vesselam…”

İşte böyle büyük irşadlarla hayatına yön veren Fatih Sultan Mehmet Han, ibadet hayatına dikkat eder; idaresi altında bulunanların ibadat u taatlerinde gevşeklik göstermemelerini isterdi. O’nun bu hassasiyetini, namazın kılınmasıyla alakalı olarak vilayetlere gönderdiği şu ferman ne güzel ifade eder: “Allah Teala, emir ve nehiylerinin yerine getirilmesini bize nasib ve müyesser buyursun! Cenab-ı Hakk’ın «Namazı ikame ediniz!» emr-i ilahisi ve Hazret-i Peygamber’in: «Namaz dinin direğidir; onu dosdoğru kılan dinini ikame etmiş, terk eden dinini yıkmış olur…»mübarek emr-i şerifi üzere hayırları emir ve şerlerden men eylemek üzerime vacibdir. Bunun için bir kişi vazifelendirdim. O, bu husus da gerekli takibatı yapacaktır. Böylece her kim namazı terk ederse, gerektiği şekilde irşad edilecektir. Bu hizmete devlet erkanı da yardımcı ola!.. Dolayısıyla İslamiyyet’in yüce ahkam, emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik ve tenbelliğe asla meydan verilmeye!. Mescidler ve medreseler, cemaatsiz kalarak virane ve harabeye dönmeye!. O mübarek mekanlar doldurulup mamur edile!. Ta ki din-i İslam kuvvetli ve payidar ola ki, maddi ve manevi zaferler vücud bula!..”

Bu davranış, ayet-i kerimede sena buyurulan bir ahlak-ı İslamiyye’dir. Allâh Teala buyurur: “Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı ikame ederler, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allah’a varır.” (el-Hacc, 41)

Fatih, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve berektından gönlü vecd ile dolup taşardı. Bir gün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretlerini ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.

Hünkar, üzüldü; rengi soldu. İçeride Ebu’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Müridan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu işin sırrı nedir?” diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellisine mazhar olan zata kapatılmıştı?!.

Fatih, mahzun bir şekilde geri döndü…Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü. Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkar, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’l-Vefa Hazretlerini ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara; kapı kapalı!.

Hünkar’ın dehşeti arttı. Yaverine: “Kemal-i edeb ile huzura gir! Anla bu iş neyin nesi?. Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldir?” dedi.

Yaver huzura girdi. Ebu’l-Vefa Hazretleri yavere dedi ki: “Hünkarımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez!. Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz!. Sonra; ruhu buranın manevi havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek.. Dula, yetime, garibe, biçareye ve bikese gidecek olan imkanlar, buraya akacak!. Aynı zamanda müridanın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!.. Hünkarımız Efendimiz’e bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz.. Gönlü, gönlümüzün içindedir…” buyurdu.

Yaver huzurdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkar’a bu sözleri nakledince, Hünkar sordu:“Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?.”

Yaver: “Hünkarım! Ebu’l-Vef Hazretleri, bir taraftan bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicran ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu…” dedi. Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir âleme döndü. Gözleri nemlenerek, baharda dallarda biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ebu’l-Vefa Hazretleriyle görüşmek, kendisine hiç nasib olmadı…Vakta ki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebu’l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkar’ın cenaze namazını kıldırdı.

Fatih Sultan Mehmet Han, devletin daha evvel içine düştüğü birtakım tehlike ve hataları değerlendirip «Fatih Kanunnameleri» denilen kanunnameleri hazırladı. Lakin sanılmamalıdır ki bunlar, onun veya o devirdeki ricalin şahsi düşüncelerini aksettirir. Asla!..