Zaman mı yoksa zemin mi kayganlaştı ki hep dünkü fikirler içinde aranıp duruyoruz yeni bir ışık. Oysa ışık sadece dünkü düşünenler içinde değil herkesin içinde vardır bulmasını bilene. Yaratıcı hiçbir varlığı kendi haline ışıksız göndermemiştir arzın kucağına…

Bu doğulu fikir adamı felan’ın düşüncesine, bu batılı, bu uzak doğuluya ya da büyük doğulu fikir adamlarının düşünce sistemlerine uygundur damgasını vurmak istiyoruz ne zaman yeni bir çözüm yolu bulmayla karşı karıya kalsak…

Yok mudur bundan başka fikir kaynağı, bu Cebrail kanalıyla gelen kitap mıdır ki zaman ve zemin değişse de sabit kalacak. Bu fikir adamları Allah tarafından gönderilen son fikir adamları mı ki yeniklerinin önü kapatılacak. Yoksa fikir eşittir çile mi olmalıdır. Normal şartlar altında ülkenin içinde bulunduğu durumdan çıkaracak bir Allah’ın kulu yok mudur bu memlekette…

Hep geçmişimizden üç kıtada at koşturduğumuzdan, asker millet, kahraman millet olduğumuzu yâd ederek mi geriye kalan ömrümüzüz geçireceğiz?

Neden yeni fikirlere yeni çözümlere kulak asmıyoruz?

Örneklemek gerekirse; İslami sadece tevekkülden ibaret sayan Müslümanın yeni yapılan keşfe hem kutsal kitaptan hüküm çıkarmasının tembelliği ile yeni olaylara karşı çözüm üreten birini görmezden gelerek eski örneklerden çare aramak arasındaki tembelliğin ne farkı var?

Dün doğudan batıya Kültür intikali, öncesinde büyük doğu, ondan öncesinde doğu, uzak doğu başlıkları altında batıyla olan ilişkiler serdedilirken neden bu gün herhangi bir başlık altında yeni fikirler ortaya atılmıyor?

Top yekûn fikirsizleştik mi?..

Yoksa bir zamanların vatan kurtarıcılarının içinde bulundukları hali görünce, yeni nesil Napolyon gibi hayatı sadece maddeden mi ibaret saymaya başladı…

Haksız değiller de hani, seksen ihtilalinden önce ülkeyi kan gölüne çevirenler, seksenden sonra can ciğer kuzu sarması olup ülkeyi yönetirken, evlatları telef olan memleketin fakir insanlarının durumunu hiç düşünmeden…

Halen içinde bulunduğumuz şu günler de bile, bir Allah’ın kulu çıkıpta vatanı ana bilip onu namusu olduğu için canı pahasına savunurken hayatını kaybeden gencecik vatan evlatları ile olmayan mefkûreleri uğruna karın tokluğuna kimini kandırarak, kimini de zorla kaçırarak dağa çıkaran kanlı örgüt elemanlarından çarpışırken canlarını kaybeden körpelerin hangisinin babasının abalı olduğunu söyleyebilirsiniz?

Daha ne zaman kadar annelerin ağıtını dile getiren Aşık Güllabi’nin “Sefil baykuş ne yatarsın burada? Yok mudur vatanın ellerin hani”? Plağını dinlemeye devam edeceğiz.   Kim bu vatanın evlatları? Kim bu vatanın öz sahipleri? Cepleri ve kasaları dolu olan abalılar mı? Cepleri delik olan Mehmet ağanın oğlu Ahmet mi?

Abalılarsa neden ölen garibanlar? Cehennemde yanmaları için neden gariban çocukları odun oluyor?..

Kendilerini yakmak için odun devşiren abalılar güruhu, neden kendi tarlarındaki çürük ardıçları değil de garibanın küllüğündeki küçük odun parçacıklarını devşirmeye çalışıyorlar?..

Onların hem kendileri hem de odunları kendilerine yeter aslında ama kendilerini topyekûn kül edecek cehennem ateşini saklamak için odunlarını kullanmıyor olsalar gerek…

Zaten bu güruhun ağa babaları da evlerinde aşları ve ateşleri olduğu halde başkasının elindeki kuru ekmeye yan bakan eşkıyalar değiller mi?..

Güneş doğudan doğacak batıdan batacaksa bir gün, insanlıkla ilgili ne varsa doğudan ve Ortadoğu’dan ortaya çıkmışsa dünden bu güne, batmak için neden batının peşinden koşuyoruz? Ülkece, milletçe, fertçe… Bir Allah’ın kulu çıkıp ta üstadın dediği gibi “durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” demeyecek mi? Yoksa artık bir yana doğru akan kalabalıklar damı yok oldu…

Hiç tuza, suya, susayan koyun kalmadı mı memlekette, ya sürüsüne sahip çıkacak çoban?  Ülkece eşkıya tarlasına mı düştük?

Midemiz uğruna tüm ideolojilerimizi mi terk ettik yâda terk mi ettiriliyoruz!?

Sahi bu zorba kesim veya kesimlere karşı, korkumuzdan mı yoksa nefsimizden dolayı mı bu girdabın içine düştük?1..

Tembellik bizim şiarımız mı artık, bitti mi o üç kıtada at koşturan süvarilerin nesli?

Hayıflanmak yerine kalkmak doğurulmak, silkinmek kendimize benliğimize gelmemiz gerekmez mi? Ne diyor milli şairimiz, “sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı” bu hisler bu duygular artık karın doyurmuyor sanırım…

Hayatın mideyle orantılandığı günümüzde. Kapitalizm o kadar sarmış ki yaşantımızı; adam satmak, adam atmak, ülke satmak, ülkesiz çırılçıplak yatmak yadırganamaz hale geldi…

Bu günlerde tebligat memurları sık sık çalınca kapımı ”bak postacı geliyor selam veriyor” türküsü geliyor dilimin ucuna. Ama gerçek şu ki gelen bizim bildiğimiz postacılar değil hanım kızlar. Artık hanımlıktan başka her şeye soyunan dünün anneleri bu günün iş ortağı kızlarımız…

Kim sevinirdi postacı gelince, anne, baba, eş, kardeş… Peki, şimdi gelenler kim: anne eş kardeş vs. artık şarkıların bile eski tadı kalmadı bu kapitalist âlemde…

İnsanın birazcık inancı olmasa “alın bizi işe, verin yiyeceğimiz kadar ekmek, barınacağımız kadar barınak, gerisi sizin olsun” diyesi geliyor… Ana, baba, kardeş, eş, sevgili, çoluk çocuk, torun vs.

Tüm bu çıkmazların içinde tek çıkar yol, yeniden aya kalkmak olsa gerek… 

O ayağa kalkışta sipariş üzerine kalkış değil bilinçli ve inançlı bir kalkış olmalıdır.            Karıncanın çalışkanlığı, kelebeğin üş günlük ömrüne sonsuzmuş gibi sarılması inancından başka bir şey değildir elbet. Ayağa kalkmak için ruhumuzun sesine kulak vermeliyiz. Âdemi cennetten kovduran iblisin mide travmasına dayalı olarak imtihana tabi tutturduğunu unutmamalıyız.

İnişin kolaylığına aldanıp yokuş tırmanmak ne kadar abesle iştigalse, midenin sesine kulak verip ruhu ihmal etmekte o kadar abesle iştigaldir. Unutmamalıdır ki ruhsuz benden kadavra, ruhla beden insandır…

İnsan olmanın tek şartı varsa oda ruh taşımamaktır. Tüm maddi çıkarlar bir ruh etmemektedir. Motorsuz araç hurda, ruhsuz beden zordadır…

Geçmişle böbürlenmek, dedelerimiz yedikleriyle karnımızın doyduğunu düşünmektir. Ancak geçmişten ders alarak düşülen hatalara bir kez daha düşmemek fikir ve izan sahibi insanların işidir. Unutmamalıdır ki en nadide yiyecekler içimizde posa olurken en basit fikirler bile içimizde kök salınca ulu çınarlar olurlar...

O çınarlar ki, gölgesinde nice Yiğitleri serinletirken, yükseklerinde nice zayıf mahlûkatın hayatını kururlar.

Engin olmak alçak olmak değildir. Sefil olmak ise engin olmak değil. Yükselmek, ayağa kalkmak için birilerinin omzuna basmak gerekmemektedir. Beynini ayaklarının hareket etmesine odaklamak, gücünü iç dinamiklerinden almak gerekmektedir…

Dünün doğulusu, batılısı, nasıl fikir okyanusundan vaz geçerek bir dere için kavgaya tutuştuysa; bu günün aydını da artık serabı okyanus olarak görme yanılgısından uyanmalı milletin önünde yerini almalıdır.

Bir zamanların ne sağcıyız ne solcu hak yolcuyuz hak yolcu sloganı artık yeni anlam ve yeni mana yüklenmelidir.

Kısır dövüşleri bir tarafa bırakıp özümüzde var olan gerçeklere yeniden sarılıp olduğumuz yerden yeniden ayağa kalkmak olmalıdır DİRİLİŞ…