Zor iştir insan olmak…

Hele yaratılış ekseni üzerinde yürümek, akıl ister izan ister…

Oysa kendimizi hayatın olağan akışına bıraksak o kadar kolaydır ki işimiz, hey hata hey hat…

Ne hikmetse insan denen varlık yaşamını önce zorlaştırmakta sonrada kolayını, doğrusunu bulmak için ömrünün son demine kadar uğraşmaktadır. Bula bilene aşk olsun, bahtiyarlık olsun… Bulamayanda gafilliğine ya da hidayete duçar olamadığına hayıflansın…

İçinde bulunduğumuz her gün insanın yeni bir deneyim, yeni bir hamle, yeni bir atak yapması gerekmektedir. Ne yazık ki insan denilen yaratık, çoğunlukla geçmişle yetinmekte ruhundan çok bedenin arzu ve heveslerinin peşinde koşturup gitmektedir…

Doğumundan aylar sonra önce emeklemek, sonrada yürümek için verilen cabanın belki milyonad biri kadar emek sarfetse insan, şüphesiz her gün biraz daha terakki kat edecek, hem kendisine hem de nesline yararlı işler yapacaktır. Hal böyleyken o, önce bilinçaltına ilerlemesi için yerleştirilen otomasyonu kendi eliyle manuel hale getirmekte sonrada sırası ve dizini kaybetmektedir.

Ne hikmetse biz, her sıkıştığımızda insanın nisyan (unutkanlık) kökünden geldiğini söyleriz de mükellefiyetin ‘akıl ve baliğ olma’ ilkesine bağlı olduğunu hatırlamak bile istemeyiz. Oysa akil ve baliğ ilkesine bağlı olduğumuzdan dolayı yapmamız veya yapmamız gereken bir takım sorumluluklarımız vardır…

Her ne kadar unutmak insani bir hasletse, unutmamakta bir o kadar insanidir. Unutulmak ise bir insan için dünyada verilecek en büyük cezadır. Her şeyi unutabilirsiniz ama insanlığınızı unutmanıza kimse iyi niyet göstermez. Tam bu bağlamda o sihirli kelime geliverir aklımıza vefa…

Vefa; insanoğlunun kıymetini hiçbir zaman takdir edilemeyeceği bir eylemdir.

Vefanın tek istisnası vardır oda; bir insanın bekleyiş içinde olduğu ve içinde bulunduğu ortamdan ayrılmasıyla başlayan değişimi, dönekliğidir. Dönek insandan vefa beklemek, abesle iştigaldir. Maalesef, maalesef ki, vefasızlık kendini mürekkep yalamış sanan insanların arasında hakir gördükleri cahil cüheladan daha yaygın bir hastalıktır…

Bir de vefadan, istikrardan dönmemek için gidilen yolun bir süre sonra insanı beklenen hedefe götürmeyeceği gerçeğinin ortaya çıkması vardır ki bu durumda yol değiştirmek erdemdir. Şayet yıllarca yürüdüğünüz yolda beklenen hedefe ulaşmak için bir arpa boyu yol alamamışsanız, diğer yollardan gidenler varmak istediğiniz hedefe sizden önce bir bir ulaşıyorlarsa, bu hatada devamlılıktır ki bu husus akil ve baliğ olan hiçbir insana yakışmaz.

Bu durumda gidilen yoldan dönmek, döneklik değil, tam tersine fazilettir, devamlılık ise gaflettir. Ne hakkın kanunu, nede şahsın kanunu gafilleri korur…

Anlamak sonra da anlatmak lazımdır, doğruyu güzeli…

Tüm ısrarlara rağmen anlamayana da Ziya paşanın “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Vecizesini söylemek başka bir şey gelmez elimizden…

Aslolan belki kötek faslına geçmeden, bıkmadan usanmadan nush yolunda devam etmek gerekir ama bu yol bazen Allah’ın veli kullarına bile zül gelmiştir…

İşin ilginç tarafı, hırsızın sesinin gür, mal sahibinin sesinin alçak çıkmasıdır…

Ne hikmetse malını çaldıran malı çalandan daha utangaç daha hayıfkar, neredeyse o bir hata yapmış ben onun cezasını çekeyim diyecek kadar daha mahzundur…

Hüznü malına sahip çıkamamaktan mütevellit bir insanın içinde yaşadığı toplumda hakir görülecek bir işi yapmasına vesile olmasından kaynaklanmaktadır…

Sormak lazım, acaba suçlu açıkgözlülüğü nedeniyle kendisiyle gururlu mudur? Yoksa başkasının binbir güçlükle elde ettiği bir malı el çabukluğu ve akıl kıvraklığı ile kolaydan elde ettiği için sevinçlimi? Yapmış olduğu iş onda pişmanlık adına bir şeylerin kıpırdanmasına neden olmuşsa hala insanlıkla ilgili bazı hassasiyetlerinin hayatta olduğunu değilse körkütük insani hasletlerden uzak olduğunu düşünmek gerekir.

Bazen bu aç gözlülüğün cezası hayatta iken insanın başına musallat olsa da; insan olmanın ayrıcalıklı bir şey olduğu inancını taşıyanlar için asıl ceza ve mükâfat alemi berzahtadır. Yani, fani hayattan baki hayata geçtikten, kıldan ince kılıçtan keskin ölçülerden geçtikten sonra, akla- kara, deveyle-pire bir birlerinden hakların alacaklardır. Aslolanda budur…

Anlamak çözmenin, idrak sahibi olmanın merhaleleri görünse de, sonuç itibariyle asıl duruş asil duruştur. Asil duruş ise insani duruştur. İnsan olmanın, eşrefi mahlûkat olmanın şerefinden istifade ederken bu şerefle diğer varlıkları da nasiplendirmektir. Diğer varlıkları nasiplendirmek için kendini ve etrafındakileri tıka basa duyurduktan, hörgücünü de doldurduktan sonra alamayacağını, ulufe olarak etrafındaki üç beş şakşakçıya dağıtmak değildir.

Açlık sınavından geçenlere tekrar açlığı tarif etmeye gerek var mısır? Önemli olan aç olmak değil açgözlü kalmamaktır. Yeryüzünde insan denen sözüm ona akıllı varlığın dışında çok nadir bazı varlıklar müstesna başka hiç bir varlık yoktur ki, bir barınağı varken daha fazlasını, akşam yiyeceği varken yıllarca yiyeceğini biriktirme sevdasına düşsün…

Diğer varlıklar, mesela karınca en fazla bir kışlık yiyeceği biriktirir. Ondan fazlasına Allah kerimdir der…

İnsan, yaradılış ekseninden sapan, Yaradan’ın insanın özelliklerini zikrettiği doğrultuda eserlerini dünyada serdeden bir varlıktır. Ya en adi mahlûkattan daha adi-yaratılanın adisi yoktur- aşağılar da, dumanlı ocakta kül eşelemekte ya da yaratılmışların en üstünde elçiler diyarında gezelemektedir.

Ne güzel bir yoldur bu yol gitmesini bilene…

Ne güzel alçalış ve yükseliştir bu gözyaşını silene…

Kelimenin tam manasıyla kabaca “ne kadar ekmek, o kadar köfte”. Ne tam bir ekmeğin içine birkaç köfte nede çeyrek ekmeğe bir kilo köftedir.

Başka bir ifadeyle işin Kadar aş, aşın kadar iştir, gücü kadar çalışana…

Bu mihenk taşının bozulması, hırsız, arsız ve açgözlünün karışması, hatada devam edilmesi, vefanın bir semt ismi olarak belleklerde saklı kalması, hayatın akışını tersine çevirme cabalarından başka bir işte yaramayacaktır. Her ne kadar başlangıçta bu sağlanmış gibi gözükse de sonuç itibariyle eğer ömrümüz var ise bu tersine hayatı görmemize aksi halde bunu dahi anlamadan ölmemize götürecektir ki buda korkuların en büyüğüdür.

Sonuç itibariyle emekleme çabalarıyla başlayan dünya hayatımız, ömrümüz var ise emekleme çabalarıyla sona ererken, geride sadece güzel işler, güzel nesiller kalacaktır, adını namını devam ettiren bu gök kubbede…

Keşke her insan o beklenmeyen an gelip çatmadan yaratılış gayesini biraz anlayabilse…

Keşke her insan, dervişin “hepimiz dünyada misafiriz” felsefesinin sırrını varabilse…

Ah! Keşke her insan saltanatın baki olmadığı gerçeğini tarihi örneklerden kavrayabilse…

İşte o zaman hem kendisi hem çevresindekiler, kısaca tüm insanlık rahat edecektir…

İnsan denilen bizler hayatı tersinden okumakta yarıştığımızın milyonda biri kadar düzünden okumak konusunda yarışsak, dünya bir başka dünya olacak, yaşam bir başka anlam kazanacaktır. 

Malumun ilamı kabilinden, çok yemekle elde ettiğimiz fazla kilolarımızı eritmek için harcadığımız paraların ve emeğin milyonda birini dengeli yemek konusunda harcasak bunca zahmete ve külfete katlanmayacağız.

Özetle, kaybettiğimizin anlamını, niçin kaybettiğimizi geçte olsa anlasak, aynı hataya bir daha düşmeyecek hem kendimizin hem de insanlığın selameti için dünya ya bir çivi çakmış olacağız…

Acaba diyorum; insani, İhsanı, imâni, irfâni ve vicdâni hassasiyetleri olan sözüm ona bizleri temsile soyunan vükelâ anlamışlar mıdır; kimin neden düştüğünü, kimin neden çıktığını…

Anlamışlar mıdır uzanan ellerin boş bırakılmasının akıbetinin hüsran olduğunu…

Anlamışlar mıdır insanların karınlarını duyurarak akıllarını satıl almayacaklarını…

Anlamışlar mıdır asıllardan vekillerine verilen dersi…