İnsan yaratılışının sırrını ne kadar çözdüğünü söylese de aslında bir arpa boyu yol kat edememiştir. Söylemler mücerret laf kalabalığında öte geçememiş çiğnenmeden yutulan lokmalar kana karışmadığı için işlevini yerine getirmemiştir. Kaldı ki midemize tokluk hissi veren nesnenin faydalı ya da zararlı olduğu gerçeği de netlik kazanmamıştır. Belki de dışarıdan gözüken göğüs kafesimizle göbek arasında şişlik, tokluğun göstergesi değil amansız bir urun tezahürüdür.

Kimimiz dil ucuyla yaratılışımıza ve sıhhatimize, göstermelik, alışkanlık, dil sürçmesi neticesinde kerhen teşekkür ederken bazımız bunu bile zül görmektedir. Onlara göre bu olgu bir zorunluluktan başka bir şey değildir. Onlar bunu hayatın ‘doğanın’ kanunları çerçevesinde cereyan ettiğini ileri sürmektedirler. Öyle düşünmekle ya da düşünememekle kendilerini ve yandaşlarını sorumluluk duygusundan bertaraf edecekleri sanıyorlar. Öyle ya! Her şey kendiliğinden ‘ doğa’ kanunları doğrultusunda oluşmuşsa kimseye ve ya birilerine karşı bir vefa borcu olmayacaktır. 

Bu bağlamda “ol dedi bir kere var oldu cihan” düsturundan söz etmeye gerek yoktur. İnsanlar, hayvanlar, canlı ve cansız ne varsa “tekâmül, tevatür” çerçevesinde oluşuvermiştir. Bunda bir ilahi gücün, bir “doğmamış, doğurulmamış’ın” kudreti, kuvveti,  himmeti, hikmeti, azmi, azameti, sebep ve sonuç ilişkisi yoktur.

Büyük dağlar senindir. Küçükleri de babadan miras yoluyla intikal etmiştir. Muris ölmüş, mirasta yeni mirasçıların elindedir. Muris öldüğü içinde miras bırakılandan hesabını soracak, hesaba çekecek, denetleyecek, vergisini alacak, nasıl, nerde, ne şekilde harcadığını teftiş edecek, hiçbir güç, hiçbir makam ve mevki mevcut değildir. Bunun için çamurdan, balçıktan, bir damla kandan, et paçasından geçerek aşamalar kaydetmeye, sonra da bu yeni oluşuma, önce ruh, sonra can ve daha sonra da sorumluk yüklemeye hacet yoktur. Hatta bu sorumluluktan kaçmak, uzaklaşmak için; kendini kızgın ocaklara, sarp kayalara, azgın derelere atmak, kimsiz kimsesiz yollara vurmak gerekse de. 

Kendisinden türediğini ağzıyla söylerken yüz hatlarında oluşan iğrenç ve tiksinme mimiklerini ses tonuyla bastırmaya çalışsa da. 

İnsan, kendine ‘öz’ olarak tanıdığı yaratılmışın bulunmuş olduğu ortamda birkaç dakikadan fazla durmaya tahammül edemez, onunun atası olduğu yaftasını yakıştıramazken, sırf yaratılış sorumluluğundan kaçmak için bu anlamsız teoriyi ( uydurmayı) kabul eder gözükse de kaçamayacaktır sorumluğundan. 

Kaçış  özedir aslında…

İnsan, ne kadar uzaklaşabilirse gölgesinde o kadar uzaklaşabilecektir özünden…

Sesin sahibene dönen yankısı ne kadar tutulabilirse elle, hamurdan yaptığı putuna ne kadar saygı duyarsa acıkınca, o kadar saygı duyacaktır oyuncaklarına. En gelişmiş oyuncaklarını bile kendisiyle kıyaslandığı zaman ne kadar basit olduğunu anladığı, hudutları sınırlı duyu organlarının ağlılarının ne kadar itina ve özenle yaratılmış olduğunu kavrayabildiği an çözecektir yaratılışının sırrını. 

Henüz kendisine eşyaların isimleri yeni öğretilmemişken ‘Âdem’ küçük gövdesinde koca bir geleceğin sınavına tabi tutulduğunu kavrayamamış, ya da kavratılmamıştı. Sonradan öğrenmişti veya sonradan kavrayabilmişti  ‘Havva’yla cennet meyvelerinin arasında saadetinin ilelebet olmadığını. Önceden bildiği ve uyarıldığı halde unutmuştu. Ya da unutturulmuşta mahsustan. İnsana görünüşte işe yaramaz gibi gözükse de sonradan en değerli bir hazine olduğunu anladığı ‘unutkanlık’ nimetini.  

Âdem seçilmişlerin, gönderilmişlerin ilki olarak içinde yaşadığımız gezeğenin çetin sınavına tabi tutulmuştu. O sınav ki, insan var oldukta devam edecekti.  Ta ki büyük sınav, büyük hesap günü gelip çatana dek. Seçilmişlerin sınavı da seçilmişti aslında. Küçük hataların akıbeti büyük cezalarla karşılansın ki sonradan gelenler yapmış oldukları büyük hataların hesabı karşısında yaratanın vermiş olduğu cezanın nasılda basit ve ‘rahmet’ şemsiyesi altında korunduğunu görebilsinler. Yalnızdı Âdem. Yaratıldığı üzere çırılçıplak, yapayalnız. Her şeyi sıfırdan öğrenecek ve kendinde sonra gelen nesline onları emanet bırakacak. Adeta bir külliyat bırakacaktı sonradan gelen evlatlarına. Bir hazine, bir miras ki kıymetini belenlerin sayısı bırakılana göre öyle abartılacak kadar da fazla değil.

Sınav yalnızlıkla başladı. Önce yalnızlık tattırıldı. Her şey adım adımdı. Yalnız olduğunu ancak ‘Havva’ kendisine gönderildikten sonra anlayabildi. Belki de ‘yalnızlık ancak yaratana yakışır’ sözünün ne manaya geldiğini de ‘Havva’ ile kazıdı belleğine. Her şey tesadüf değildi aslında. Yaratan, eserinin anlama, idrak edebilme kabiliyetini iyi bildiği için her şeye sıfırdan başlamış adım adım. İnsan denen yaratığın oluşturacağı toplumun temel taşlarını teker teker diziyordu. Onu bu gezeğende kendisinin halifesi yapmak için.

Takdir, tedbir, yaratılış sırrı onda gizliydi. Onun sonsuz hazinesinde. Havva’yı gönderdi ona. Yadırgamasın, algılasın diye eğey kemiğinden koparıp koyarak önüne. Havva ile birlikte utanma duygusunu işledi belleğine. Örtünmeyi. Uygun olmayan yerlerini cennet ehlinden saklaması için. Her şey kendin önce yaratılmış çenet meyvelerinin ve cennet kuşlarının önünde cereyan ediyordu. Örtünme aslında insanın diğer canlılardan ayrılması için ilk adımdı insan nesline. Zira diğer canlıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Onlar örtülü yaratılmıştı. İhtiyaç yerlerinin dışında klan kısımları cinslerine göre şekillendirilmiş, uygun libaslarla bezenmişti. Bu bir ayrıcalıktı insanlar için. O, kendini yönlendirebilecek evsaflarda yaratılmıştı. Çünkü o, yaratıcının yeryüzüne gönderdiği halifesi, diğer yaratılmışların en şereflisiydi. Şeref, satın alınan bir şey değil kazanılan bir şeydi. O, emekle şekillenir ve neticesinde de mükâfatlanırdı. Bu hassasiyeti elde edemeyenlerde karşılığında cezaya duçar olurdu.

Yalnızlığını  ‘Havva’ ile gideren ‘Âdem’in ilk sınavı, kendisine asi olan başka bir yaratılmışın kışkırtmasıyla başlayacaktı. Yaratıcı tüm yaratılmışlara kendisinin ‘Halifesi’ olarak yarattığı Kulu önünde ona biat etmeyi emretmiş, yalnız içlerinden biri bu emri dinlememiş, isyan etmişti. İsyan, yaratıcının onunun mayasına kattığı ateşin dumanları arasında bir kaybolma mı yoksa yaratanın ‘imtihan’ için bir vesile kılma tecellisi midir bilinmez!.. 

Yaratıcı, geceyle gündüzü, kışla yazı, bolluklarla zorlukları peş  peşe devran ettirirken, ateşin toprağa kafa tutmasını cezalandırmıştı. Bunla birlikte mahkûma, Kullarını sapıtması için izin de vermişti. Sapkın, yaratıcının izniyle, insanlık dar-u bekadan dar- uhraya intikal edene dek bazı kulları ayartacak, onların emirlere karşı durmasını sağlayacaktı. Bu bir imtihan, gezeğenin ana labirentleriydi. İlk görevi de, ilk seçilmiş insan Hz. Âdem’i, yaratıcının emrine karşı yoldan çıkarmaktı.

Acaba yaratılmışların asisi, isyankârı, görevini iyi yaptığı için mi seçilmiş ilk yaratılan yaratıcısına karşı asi geldi yoksa kendisine verdiği duyu organı böyle bir şeyi algılamakta güçlük mü çekecekti?!

Seçilmiş, yaratılış gereği böyle bir şeye hazır mı yaratılmıştı?! 

Öyle olsaydı böyle bir imtihana gerek var mıydı?!

Bu sapkınlığın ilk başarısı mıydı?! Yoksa insanlık tarihinin sınavının nasıl başladığının bir göstergesi mi?!

Âdem’e yasak meyveyi cazip kılan neydi?!

İlk seçilmişin bile saptırılabileceği gerçeğini perçinlemek, 

İlk emre isyan eden isyankârın görevinin başlangıcını göstermek, 

Duyu organlarının her zaman, rahmani veya şeytani olan sesleri karıştırabileceğini dikkat çekmek mi? Yoksa âdemin yeryüzüne sürülüp insanlığın serüveninin başlaması için oluşturulan bir sebep sonuç ilişkisi mi?

Âdem’in yanlış sese kulak vermesi, cennetten kovulmasına, yeryüzüne sürgüne gönderilmesine sebep oldu. Öyleyse biz, bir sürgün babanın evlatlarıyız. ‘Âdem’ bu sürgünde Havva’sını kaybetti. Öyleyse biz ayrılıkların, özlemelerin, kederlerin tasaların çocuğuyuz. 

 ‘Âdem’ yitirdiğini bulmak, ‘Havva’sını kavuşmak için kandan gözyaşları döktü. O zaman biz gözyaşlarının, sabırların, beklentilerin çocuğuyuz.  

Âdem’in sınavı bununla da kalmadı. Yalnızlığı dindirirken ‘Havva’ sına kavuşarak bu sefer aynı hataya oğlu Kâbil düşecekti. Kâbil, ilk seçilmiş insanın kulak kesildiği ‘yaban’ sese kulak verecek, onunun onca yalvarışlarına, yakarışlarına aldırmadan öz kardeşinin kanıyla ellerini kana bulayacaktı.

Evet, bu imtihan zor ve çetin bir imtihandı. Oysa Âdem, daha yeni öğrenmişti Dünyada ki eşyaların atlarını. Yeni öğrenmişti bir kuşla şarkı söylemeyi, bir taşla konuşup bir dünya ağacının altında serinlemeyi. Ateş yakmayı, çift sürmeyi, ekmek yapmayı. Elbise dikmeyi, yaratılışın sırrını öğretmeyi bilmeyenlere. 

Cennet sürgününden sonra bir sabah dünyada gözlerini açan Âdem, kendisini yine cennette sanmıştı. Yaratanının yakarışlarına, dünya gezegeninde hayatın başlangıcına vesile olan gözyaşlarından akan, bazen duru çoğu zaman kandan gözyaşlarıyla yeşeren çevresindeki cennet meyvelerini görünce. İlk önce öyle sanmıştı. Her şey adeta sürgün hayatının başlamasından önce gördüklerine benziyordu.  O, belki de hala cennette sanıyordu kendini, henüz ‘gaflet” kelimesi yer ettirilmemişti belleğinde. 

Onun için belki sürgünde olduğunun tek göstergesi, Havva’sının olmaması ve etrafında olup biterlerin kendiliğinden emrine amade olmasından ziyade, bir emek karşılığında kazınılmasıydı. İlk sınavı kaybetmişti Âdem ama buna karşı verilen ceza çok büyüktü. Sınav hiçbir seçenek içermeyen tek cevaptı.  Ya cevabı bilir cennetteki saltanatına devam edersin ya da yeryüzü denen bir gezegene gönderilir kendine insanlık denen bir gelecek kurarsın.

İnsan düşünmeden kendini alamıyor. Sahi Âdem yasak elmayı yemeseydi insanlık olmayacak mıydı?!

Âdem; insanlığın atası olduğu gibi günahında atası mıydı?

Cezanın  ‘şahsiliği’ hükmü geçerlimidir burada?

Âdem’in günahının uzantıları mı çektiğimiz? Günah bize Âdem’den miras yoluyla mı intikal etti? Reddi miras yapabilir miyiz? Şüphesiz bu bir insanlık dramının başlangıcının cilvesiydi. Hayatın cilvesi. Eskilerin tabiriyle “hikmetinden sual olunmazdı.” İnsan imtihan için gönderilmişti Dünya’ya. Başıboş yaratılmamıştı. Yaratılışında, yaratılmışların en şerefli kılınılışında, yaratıcının yeryüzünde halifesi olmasında bir hikmet bir gaye vardı. Zira o, hiçbir şeyi anlamsız ve gayesiz yaratmamıştı.  Cennette başlayan Âdem’in sınavının ikinci ve son aşaması dünyada gerçekleşecek, dünya sınavını kazananlarda tekrar yaratıcısına dönecekti. 

Âdem’in cennet sandığı dünya aslında bir göz yanılmasıydı. Er geç yanıldığını anlayan Âdem, esas cennetin geldiği yer olduğunu kavradıktan sonra onu tekrar kazanacaktı. Ve bu saatten sonra ki günlerini ardında bıraktığı gözü ve gönlü yaşlı neslini beklemekle geçirecekti geldiği yerde. Bir gafletin bedelini boyunlarına astığı ‘imtihan’ kavruklarının yollarını gözleyerek…

Bu bir yol haritasıydı. İnsanlığın üzerinden itina ile geçmeye çalışacağı. Kolay gibi görünse de hiç de kolay olmayan etrafı, duyu organlarımızı yanıltan yapma meyvelerle donatılmış, geniş gibi görünse de iki kardeşin bile yan yana geçemeyeceği kadar daracık bir yol. Bu yol haritasını iyi takip edenlerin varmak istedikleri menzil de farklı farklıydı. Kimi kaybettiği yitiğini bulmaya çalışırken cennetini isteyecek, kimi de asıl varılması gerekenin orası olmadığı sırırına erecekti.

Âdem neslinin çoğunluğu, Âdem’in dünyadaki ilk yanılgısın da ısrar ederek ‘adam’ın’ Dünya’sında ki sarhoşluğundan ayıkmadan ömrünü tamamlayacak, içine düştüğü bu sarhoşluktan görünmez dünyanın nimetleri görününce ayıkacaktı.

Âdem’in asıl cennetinin geldiği yer olduğunu, aradığı yitiğin görünende değil görünmeyende olduğunu anlayan azınlıklar da, yitiği bulma sevinciyle ayıklığını yitirecekti. 

Asıl  kazanç sahipleri ise; Âdem’in büyük imtihan neticesinde elde ettiği başarının dönüşümünün yitik cennet değil Cemalullah olduğunu anlayanlardı.

Onları Yunus, şu dörtlükte ifade etmektedir: 

Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri, 

İsteyene ver onları,

Bana seni gerek seni...