Bir iki üç sevgiiiiii…

Deklanşöre bassın kalbim. Dört köşeli bir sevgi sahasında zamanı durduralım. Ya da bir oyun oynayalım mesela… Sonu gelmeyecek bir evciliğin içinde bulalım kendimizi… 

Kuralları bize ait olsun. İsteklerimize, özgürlüğümüze bağlı bir ömür sürebildiğimiz, canımız sıkıldıkça rolleri değiştirebildiğimiz... Bize bir kaftan biçip, ona uyma zorunluluğu koymasınlar. Gönlümüz ne isterse onu yapalım.

Oyun sadece çocuklar için değil ya elbet. İnsan hayatı boyunca zaten bir oyunun içindedir. Ve çeşitli oyunlar oynamaktadır. Her dakika oyun oynadığımızdan bihaber ilerliyoruz. 

Bir yerde okumuştum orada benim düşüncemi destekleyen şu cümleler yer almaktaydı; “Yetişkinler bazen oyunun içinde olduğunun farkında olmadan oynarlar; komşularla misafircilik, gereksiz yere marangoz işleri ile uğraşmak hatta bazen ayna karşısında geçen dakikaların oyuna benzer faaliyetler olduğu unutulmaktadır.”

Ne diyor Mevlana  “oyun aslında akıldadır; çocuk ancak oyunla akıllanır.” Bu birbirine sarmal düşünceden de anlaşılacağı üzere oyun insanın aklında, bilinçsizce, duygularının beden dili olarak yaptığı hareketler bütünüdür.

Oyun aynı zamanda hayatı sevmeyi sağlar. Aklında kurduğun birkaç senaryo ve büründüğün rol ile yaşamın zorluklarından uzaklaşıp kendinle zaman geçirmene sebep olur. İş, ev, eş, okul, ders, sınavlar, aile, arkadaşlar ve bunların bitmek tükenmek bilmeyen omuzlarına yüklediği sorumluluklardan sıyrılma ya da bir kaçış noktası… 

Hani çoğu an, zaman dursun o bulunduğumuz noktada kalalım isteriz ya… Kalbimizin deklanşöre bastığı anlar işte tam da o zamanlardır. Orada kalmak ve dünyamızı oraya kurmak isteriz. 

Şuan gece yarısını geçeli çok oldu sehere karşı, sabah ezanlarına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor sema… Şimdi dursa işte zaman! Günün keşmekeşine başlamasam… Bir karanlığın içine hapsetsem tüm sorumluluklarımı ve rollerimi… 

Ah şeb… Senin değerini hiç bilmiyorum. Uyku ile aldatıyorum hep seni… Gün aydığı zaman ise ah, vah ediyorum. 

Bugün sana özlemim arttı sanırım. Gecenin kör vakti kalkıp kelime kelime seni yazmamda başka bir amaç olmasa gerek. Yoksa kendi kendime bir oyun mu oynuyorum şuan? Daha dün annemin; bebeklerim için balkona kurduğu salıncakta, kendime koca bir dünya inşa etmiştim. Ne zaman bu raddeye geldik(m)?

Yetişkinliğe adım atalı çok da olmadı oysa… Fakat benim çocukluğuma hasret kalalı çok zaman oldu. Hayat sana sormuyor işte ne isteyip, ne istemediğini… Zorba bir patron gibi sunuyor yapman gereken tüm işleri önüne, sen nereden başlamak istersen iste hep aynı kapıya çıkıyor. Mesaisi yok! Çay arası yok! Bir hava alacak, oh diye rahatlayacak zaman yok! Koştur koştur yaşamak zorundasın. Böyle olmazsa kovulursun, yenilirsin hayata… 

Seni geçmek isteyen; dik durmanı, başarılarını kıskanan, mızıkçılık yapan hep birileri olacaktır etrafında… Bir gözün hep dünde kalacaktır. Dönüp de anı albümünden karelere baktığında, çocukluğunun olduğu zamanlara özlemin daha da çok artacaktır. Ama yine de güçlü durmak zorundasın(dayız). Öyle değil mi şeb?

Yetişkinlik içinde, çocuk olmak mümkündür belki ha!.. Kalbim çocukluğumda deklanşöre bastı ve o karede kaldı tüm hayallerim, mutluluklarım, umutlarım, dünyam…

Şu sabaha dem tutmuş anda, geçen günlerde minibüste kulağıma ilişen bir Ankara şarkısının nakaratı ile sesleniyorum sana çocukluğum;

“Hayatım kutu kutu pense,

Prenses elmayı yerse,

Günler tersine dönse,

Gelecekmişsin.” (Yiğit Aktaş-Hayatım kutu kutu pense)

Oyun tadında; mutluluk, umut ve hayal dolu bir ömür dilerim. Çocukluk yakanızı bırakmasın yazı dostlarım.