Herkes bir yana sen bir yanasın. Benim için ne vara ne yoksa sende var. Çünkü sen, kimsesiz kaldığım anlarda, neyin var neyin yoksa bölüşürsün benimle. Ismarlama ümitler, boşuna kurulan hayallerden öte, gerçeğin ta kendisisin. 

Eskilerin sözlerinin çoğu, birikmiş gerçeklerin bilançosudur.  Çok söz söylemeye, sayfalarca yazıp çizmeye gerek yok. Söylersin iki satır, meramını anlatır. Hatta bazen söze de gerek yok, hani son zamanların reklam fenomeni’nin dediği gibi “anlatmaya gerek.” Bu bir gerçek, vakıa. Anlamak isteyene, ya anlamak istemeyene, davul zurna… Peki, işe yararmı dersiniz, davul-zurna?Hiç sanmam…

Yenilen pehlivan yenilgiye doymazmış. Şeytan Allah’a asi gelmekten pişman oldu mu dersiniz?!.. Gerçek soru; isyan olmasa itaat’ın, gerçek olmasa sahteliğin değerini anlayacak başka bir ölçek var mıdır?.. Ne garip yaratıktır şu insanoğlu! Belki de tarih boyunca ‘inanların’ çoğunluğunu yoksul, garip ve yardıma muhtaç insanların oluşturması bundandır! Peki,inanıp inanmamak insanın elinde olan bir şey mi? Tabi ki hayır…

Sanalâlemde sanal insanların icat ettiği aletler vardır. Gün aşığından (ay çiçeği) devşirilmiş. Hareketle yön değiştiren, şekilden sekile giren,aydınlatma araçları, kameralar gibi. Tıpkı uçakların icadının kuşların uçmasından kopya edilişi… Ne kadar da garip bir gezeğende yaşıyoruz farkına varmadan. Kopyalanmış hayatlar, kopyalanmış icatlar arasında… Son olarak bu kopya hayatlar kervanına, dün gizliden yapılırken bu gün aşikârca, fütursuzca yapılan ‘kişilik’kopyalanmaları da eklendi… 

Araplar bu tür davranışlara; “yaşadık gördürdük” derler. Bizde öyle, yaşadık gördük. Şayet yaşayacak ömrümüz varsa daha neler göreceğiz neler…

Yaratılış itibarıyla üstün varlık olarak yaratıldığımızı söylemeden duramadığımız bu arenada insanın aklına ‘ya öyle yaratılmasak ne olacaktı’?! Sorusu geliyor. İyi ki, üstün varlık olarak yaratılmışız. Gerçi bu üstünlüğü başından beri kabul etmeyen, insanın mahlûkattan evrim geçirerek tekâmül ettiğini söyleyenlerde süre gelmiştir öteden beri. Aslına bakılırsa yaradılış ilkesiyle pek örtüşmeyen bu tür eylemler biz,‘inananlar’ için çok kabul görmese de, bu tür davranışlar onların savlarıyla örtüşür mahiyettedir. Ne diyelim?!Kabir başındaki ‘telkin’ ler her insanın annesineizafeten yapılır. Nüfus kâğıtlarında ki resmi babalar, gerçeği yansıtmama ihtimaline binaen annelerden şüphe olmadığından mütevellit…

Koca dünya söylemlerine rağmen bu dar dünyada sokağında insanın yaradılışına vesile olan iki insandır. İşte ondandır ki, insanlar koca kalabalıkların içinde tek başına yaşarlar ve yalnız hissederler kendilerini. Kalabalıkların artması insanı yalnızlıklardan kurtaracağı ‘yanılgısı,’ gün-be gün bu gerçeği biraz daha haykırmaktadır. Öyleyse neden bir araya geldik ve toplu halde yaşamaya başladık? Bu da bilinmesi ve sorulması beklenen bir başka soru. Elbette bu soruya toplum bilimcilerin, sosyolokların, hele hele her konuda söz söyleme hakları olduğunu sanan siyasetçilerin söyleyecek pek çok sözleri vardır. Ama ben,âcizane bu sorunun cevabını; ‘yaradılış gayemizi ve birlikte yaşama zorunluğumuzu’ unuttuğumuzdan kaynaklandığını düşünüyorum…

Ruhumuzdan uzaklaşıp, nefsime kapıldığımız anda başlamıştı bu kavga. Şüphesiz, olması gereken bir kavgayla başladı insanlığındramı. Çünkü bu gezeğen; iyiyle kötünün, karanlıkla aydınlığın, kıyasıya çarpıştığı, çürüklerle sağlamların ayrıştırılması gerektiğibir meydandı. Ayrıştırılacak ki, aralarındaki farkı görelim. Ayrıştırılacak ki, safımızı seçelim. Ayrıştırılacak ki, bizden yana olanlarla olmayanları bilelim ve olmamız gereken yerde saf tutalım. Bu karmaşada iyinin yanında saf tutanlar, şüphesiz dün olduğu gibiyarında kazançlı çıkacaklardır. Bundan emin olmayanların da şüphesi, er ve geç vuzuha kavuşacaktır…

İyide güzelde yarış, her zaman kazanç, kötüde yarış ise, er ve geç zarar ve ziyandır.Anlatıldığına göre bir gayrimüslim,Hanefi mezhebinin kurucusu İmam’ı Ebu Hanife’nin Küfe ’de öğrencilerine yaptığı bir sohbet esnasında;“Dünyanın Müslümanların zindanı, kâfirlerin cenneti” dir, şeklindeki açıklamasını duyar. Ebu Hanife,Küfe ‘de yaşayan zengin bir tüccarın oğludur. Kendi de ilim meclislerine devam ederken ticaretle uğraştığı için hali vakti yerinde olduğundan iyi giyinmektedir. 

Ebu Hanife’nin ilim meçlisine gelen gayrimüslim, kendisine daha önce öğrencilerine söylemiş olduğu sözü hatırlatır ve şöyle der; -kendi üzerinde ki hırpaniliği ve Ebu Hanife’nin üstündeki şatafatlı giysileri parmağıyla göstererek- “bir kendinize birde bana bakın, dünya hangimizin cenneti, hangimizin cehennemidir.”  Ebu Hanife’nin bu soya cevabı şöyledir: “senin öbür taraftan haberin yok. Orayı görseydin, senin dünyada cennette benim ise cehennemde yaşadığımı anlardın.” Özetle, gösterişe aldanmamak lazım. Mevlana da bu konuda şu meşhur sözünü söyler:  nice insanlar gördüm sırtlarında urba yok, nice urba gördüm içlerinde insan yok.”

Kurt postuna bürünmüş kuzular, kurtlarla karşılaşınca asıl kimliklerini ele verirler. Başkasının yada geçmişinin şanı ve şöhretiyle övünmekle yetinler ‘ dedelerinin’ karınlarının doymasıyla kendi karınlarının doyduğunu sanırlar. Oysa geçmişten ders alınması gerekirse dedelerinin hangi yoldan karınlarını doyurduklarını öğrenmeleri gerekir. Dünün işe yaramaz gibi gözüken geçim yolları, meselenin künhüne inilince bu günün sanal çarelerinden daha gerçekçi daha hakkaniyetlidir. Alttan güreşen pehlivanın pehlivanlığı altta kalmıştır. Onu galip geldiğini göstermek ancak yenilginin ne olduğunu anlamayanların işidir. Herzaman gerçek üstte, sahte ise alttadır. Bu değişmez hayat düsturudur. Bilenler bilir, bilmek istemeyenler ise, kendilerini kandırmaktan öte geçemezler…

‘Söz’, asıl manasını çıktı ağızdan alır. Ondandır ki her ‘söz’ için;‘bir söyleyene bir de söyletene bak’ derler… Söyleten onu, söylemesi gerekenden çıkarır. Hata da ısrar, gafletten, dalaletten kaynaklanır. Çizgiyi doğrultmak her insan için gerekli ve elzem olmasına rağmen her insanın elinde olan bir şey değildir. Sapıtmak kolay olsa da doğruyu bulmak o kadar kolay olmasa gerek. Zira insan kolay olanı, dürüstlüğü bırakarak çizgiden çıkmış zor olanı seçmiştir. Artık tekrar doğru yola gelebilmek için yardımdan, duadan ve hidayetten başka seçeneği kalmamıştır…

Babama “oğlum köy yerinde ‘akıl ’a bunluk’ olmaz” derdi. Bu sözün ne mana geldiğini o zamanlar anlayamamıştım. Şimdi anlıyorum bu ‘söz ’ün ne manaya geldiğini. Yani; akıllı olmaya gerek yok, düşünmeye gerek yok demektir. Senden öncekilere bakacak, onların yapmış oldukları doğrularda devam edeceksin. Çift zamanı gelmişse çifte gideceksin. Kışlık hazırlamanın zamanı gelmişse kışlıklarını hazırlayacaksın. Bir farkla, o gün merkep sırtında taşıdığın göçünü şimdi kamyon kasasında taşıyacak, deveyle gittiğin haççını bu gün imkânın varsa uçakla yapacaksın… Döver-biçer icat edildikten sonra ‘ekini’, eski dönemlerde olduğu gibi hala yüzlerce amele ve günlerce yapılan yevmiye ile biçerek hasat yapmak, açıkgözlerini kapatarak yol aramaktan başka bir şey değildir…

İnsanların bir araya gelmesi ve birlikte yaşamaya çalışmaları, söylendiği gibi kendi başarılarının ve kendi düşüncelerinin ürünü değildir.  Bu haslet, onun çamuruna yaratıcıtarafından katılmıştır. Şayet öyle olmasaydı, kim bilir belki de bu kadar yok edici büyük savaşlar olmayacak, toplu imha silahları bu kadar emek ve para harcamayacaktı.  Normal akıl sahibi her insan bu söylemlerimi kendi havsalasın da gezdirse aynı sonuca varacaktır. Önce,dayanışmak için bir araya gelecek toplu yaşamaya başlayacaksın, sonra da senden ayrı yaşayan bir başka hemcinsini yok etmek için seferber olacaksın!  Elinde bulunanları tüketmeden, yarınına, torunlarına bırakmak için senden ayrı yaşayan hemcinslerinin elindekilere göz dikeceksin. Onları yok etmek içinde,elinde bulunanların bir kısmını sarf ederek, toplu imha silahlarına sahip olmak için geceni gündüzüne katacaksın…

Her şeyin bir darası, bir hacmi vardır. Marketlerde poşetler boy boy büyüklükte, taşıyacağı yüke göre sıralanırken, bazı değerli ürünlerin ambalajları farklıdır. Birde bunca toplamalara, mahalle bakkallarının satmış olduğu sayılı kalem mallarla diğer birçok esnafın sattığı malların tek çatı altında toplanmasına rağmen, hala o çatı altına toplanamayan ürünler vardır ki, bu ürünler ilelebet ayrı tezgâhlarda satılacaklardır. Onlar ayrıcalıklı, özen gösterilmesi gereken değerli, bazen de kırılgan olmaları hasebiyle ayrı yerlerde ayrı ellerde satılagelmiştir.

İnsanlarda ne kadar eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış olurlarsa olsunlar, sonuçta mahlûkturlar. Elbette onların birçoğunu bir çatı altında toplamak mümkündür. Fakat buna rağmen, aynı çatı altında olanlar arasında farklı tezgâhlarda ve farklı ambalajda olanlar vardır. Yaratıcı tarafından insanlara yol gösterici olarak gönderilen elçiler, insan değillermiydi? Peki, onlar bizim hemcinslerimizden olmalarına rağmen bizimle aynı kategorideler mi? Yani, yaratıcının onlara verdiği görevleri nedeniyle bizler gibi her zorlukta kıvıran, rahatlayınca azıtan bir insan modelimiydiler? Elbette hayır…

Görevler ve ödevler farklı, ambalajlar ve tezgâhlar farklıdır. Buna mukabil zorluklar ve mükâfatlarda farklı. Hiçbir insan, elçilerin dayandığı zorluklara dayanacak güçte değildir. Öyle ise, zorluklara göre mükâfat, rahmete göre gazab’ın olmasıda kaçınılmaz bir sonuçtur. Akılı insan, hayatı çok önemsemeyen insandır. Ama bunu yapabilmek her babayiğidin karı değildir. Değil mi ki, ilk insan ve ilk peygamber, şeytanın vesveseyle iş birliği yapan nefsinin tuzağına düşmüştür, insanında bu tür tuzaklara düşmesi kaçınılmazdır. Peki, çözüm nedir? Koruyucu çözüm; dikkatli olmak, sesin nerden geldiğini inceledikten sonra bir işi yapmaktır. Son çözüm ise, bu gaflete düştükten sonra en kısa zamanda içinde bulunulan sapkınlığı terk etmek yaradılış eksenine uygun bir yaşama acilen geri dönmektir.

Aslına bakılırsa insan, ömrünün ne kadar olduğunu bilse önce hata yapacak, sonra ondan dönerek mükâfatlanacaktır. Tabi ki bu hata yaratıcın affedeceği türden bir hata olmalıdır. Bazı hatalar, telafisi mümkün olmayan hatalardır. Örnek verilmesi gerekirse ‘insanın insana karşı yapmış olduğu hatanın düzeltilmesi, zarar görenin affıyla bağlantılıdır. Affetmezse cezasını çekmesi kaçınılmazdır. Ama yaratıcı, insanların ömrünün ne kadar olacağını bildirmediği için her insanın yaptığı hatadan yarın dönmesi ve doğru yola gelme ihtimali çok zayıftır. Öyle ise,hatasız yaşamaya, içine düştüğümüz hatadan acilen dönmeye özen göstermeliyiz ki ‘ikinci’ hayatımıza hazırlıksız yakalanmayalım.

Madem her ürün her dükkândan alınmaz, Madem her malın ambalajı ve tezgâhı farklıdır. Madem insan eşrefi mahlûk olmasına rağmen yaratılmışlar arasında fani bir canlıdır. Öyleyse üstün gelmek, üstünlük taslamak, kimsenin haddine ve hakkına düşmez. Bölüşülmesi gereken bir ekmekten herkes nasibi kadar alacak, diğerleri de nasibini aldıktan sonra tekrar dağıtıma geçilecektir. Böyle olması için yaratılanlara ihsan edilen ekmeği kurutmamıştır DAĞARCIK…