Bir Ramazan Ayı daha geldi çattı şükürler olsun canı sağ olanlara. Ramazan Ayı denilince aklıma da hemen çocukluk yıllarımın Ramazan ayları geldi. Konya Ovasının yakıcı sıcaklarında yaşadım hayatımın ilk Ramazan aylarını. Çumra'da kavun tarlalarında çalışan elleri ve ayakları nasırlı insanların en önemli nasır gönüllerinde idi. Gönüllerindeki nasır imanları idi bu güzel insanların ve ne sıcağa aldırış ediyorlar ne de sıcakta çalışmaları onları yıldırıyordu.

Elbette kış aylarında da Ramazanlar yaşadım ama yaz Ramazanları gibi zor değildi. Yaz Ramazanlarında oruç tutmak coşkun imanların göstergesiydi.

Çumra'da Ramazan denilince de akla şüphesiz ki bir de Davulcu Hulusi Amca gelirdi. Hulusi Amca'dan başka da davulcular vardı ama davulcu sıfatı Hulusi Amca ile özdeşleşmişti. Sahura davulcudan önce kalkardı tüm mahallemizin çocukları. Davulcu gelmeden kalkardık ve davulcunun peşine takılır onunla beraber biz de gezerdik. Bizim davulcu ile gezmemiz geriye dönebileceğimiz yerlere kadar olurdu. Özellikle soğuk olduğu dönemlerde davulcu bir ateş yakar ve davulcu davulunu biz de ellerimizi ısıtırdık. Her ne kadar gönüllerimiz Ramazan coşkusu ile ısınsa da minik ellerimiz üşürdü.

Ramazan aylarında açık bir lokanta veya bir kahvehane olmazdı. Ramazan ayı boyunca dışarıda her hangi bir şey yiyen ve içene rastlanmazdı. “Oruç tutana saygı göstermek lazım” cümlesi Çumra'da hiç söylenmemişti ve hiç duymamıştım. Oruç tutmama gibi bir şey yoktu ki.. Ya da açıktan oruç yiyen bir insan olmazdı ki böyle bir cümle söylensin. Bu cümleyi öğretmen olarak geldiğim Manavgat'ta duydum ilk olarak.

Ramazan aylarının bereketi aşikâr bir gerçekti. Evlere sanki bambaşka bir bereket yağardı. Normal zamanlarda evlerinde ekmeğin yanında katığı olmayanların evleri bile çok çeşitli rızıklarla dolardı. Yardımlaşma bambaşka güzel olurdu ramazanlarda.. 

Annesinin sahura kaldırmadığı çocuklar bir sonraki gün daha bir ezik olurlardı. Çünkü, oruç tutamasa bile sahura kalkmak ayrıcalık idi çocuklar arasında. Oruç farz olmayan çok ama pek küçük çocuklar bile ramazanın başında, ortasında ve özellikle de sonu dediğimiz Arife günleri mutlaka oruç tutarlardı. 

Hiçbir uzaktaki bir yakınına kavuşma heyecanı bile, iftara kavuşma heyecanının yerini tutamazdı. İftara kavuşma heyecanı sevenin sevdiğine kavuşması gibidir desem bile az gelir. Necip Fazıl Kısakürek Merhum; “ Arı bal yapar ama balı tarif edemez. “ der ya. İşte öylesine tarifi mümkün olmayan bir vuslat idi iftara vuslat. Evde tek başına iftar açmak ve iftar yemeği yemek hemen hemen imkansızdı. Mutlaka ya bir davette olurdu insanlar ya da davetli misafirleri olurdu.

Teravih namazına bambaşka bir ilgi olurdu ve halen de o ilgi her yerde artarak devam etmektedir. Günlük 5 vakit namaz kılmayanlar bile teravih namazına koşarlardı. Teravih namazını genellikle Çumra Ulu Camiinde kılardık ki namazdan sonra Ulu Camii karşısındaki büyük çay bahçesinde çay içelim arkadaşlarımızla buluşarak.

Ramazanlarda yaşadığımız pek çok anılar var ama onları bir başka yazımda anlatmak isterim. Bu yazımı bir şair olarak şiirle noktalıyor, hayırlı Ramazanlar diliyorum.

Nerde o eski Ramazanlar, nerde acep.

Müjdelerdi Ramazan'ı Şaban'la recep.

Ramazan da var, Şaban da, Recep de ama,

Eski tat yok, işte bu dokunur kanıma.