Başka bir ayda yazmam imkânsızdıbu yazıyı. Eylül şairlerin ayı; kasım dertlilerin. Ben muharririm. Sonrası kara kış, öncesi yaz… Başımı göğe kaldırdığımda suratını asan bulutları görmeden, bir palamut ağacı yapraklarını dökmeden yazamazdım. Ellerim örgü eldivenlerimin, omzum kırk yama şalımın kıymetini bilmeliydi evvela. Anlamalıydım ekimin geldiğini. Sonra omuzlarımı düşürüp hala çocuk kalmış ama orta yaşının yolcusu bir kadın gibi, hırkamın kollarını bileklerimin üzerine çekiştirip kadın da olsam çocuğum işte diyen bir tavra bürünür gibi yazmalıydım. Sıkça yaptığım bir garipliktir, yazmaya başlamadan evvel, önce halimi sonra sebeb-i halimi anlatmak. Yetinmeyip yazdığım mekânı, duyduğum seslerin, gördüğüm nesnelerin, hislerimden evvel her şeyin tasvirini yapmak. Sonra da daha anlatmaya başlamadan yorulup bırakmak… Bu kez huyumdan vazgeçip etraflıca yazmadan, teferruatlara dalmadan yazacağım. Her şeyin bahsi eksik kalsa da hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediğim o garip hallerden birindeyim. Ama sol elimin yanında duran Buhur-u Meryem çiçeğini şu iki satıra iliştirmesem eğer, bu yazıyı yazma sebebini işledim diyemezdim. 

Buhur-u Meryem. Gösterişi içinde tevazu sahibi, bir kış çiçeği… Adını kokusundan almış vaktiyle. Rengi bir hayli afilli. Günün telaşını, dünyanın kargaşasını, kapı eşiğinde bırakıp evime girdiğimde beni karşılayan tek canlı… Üstelik her gün aynı bakışla, aynı kokuyla, bıraktığım yerde her gün aynı duruşla… Asla insana has olamayacak bir sabır ve sadakatle beni karşılayan Buhur-u Meryem… Manası ile mecazı birbirine ne de güzel yakışmış. Severken dilime, yazarken kalemime kokusu bulaşmış, misklere karışmış, elmas gerdanlardan, işli mendillere taşmış güzel çiçek… 

Dünya böyle bir bitkinin öğretisi ile halk olunmuş. Öyle derdi annem. Hububat insanoğlundan evvel yaratılmış. Hayranlık bu yüzdenmiş meğerhoyratlık da. Bu coğrafyada, her hekimin devası bir çiçeğin özünde saklıdır. Her kadının balkonunda selamladığı, mendile işleyip yârin koynuna yolladığı, bir saksıdan diğer saksıya, komşunun komşuya göz hakkı gibi ısmarladığı bir çiçeği varken benim şuncacık kelamın lafügüzaf olmaz elbet. 

Başı göklere kalkmış beton binaların arasında, çamurlu kaldırımlarda, çiçek dolu seyyar tezgâhını güçbela itelemeye çalışan bir bey amcadan emanet almıştım onu. Adını söyleyerek istemiştim. İşaret parmağımla göstererek, “Şu saksıdaki Buhur-u Meryem’i istiyorum” demiştim. Frenkçe Siklamen dememiş, Buhur-u Meryem demiştim asil asil. Hitap, muhataba verilen en güzel kıymetti ya, sadece bunun hatırına vazgeçmişti benden alacağı üç beş liradan. Kıymetini bilene gitsin demişti. Kasım çiçeğinde, menekşede, gülde değildi gözüm. Belli ki aramıştım. Tesadüf değildi, aradığımı bulmuştum. 

İşte o zaman karar vermiştim bu yazıyı yazmaya. Elime onu alıp, kokusunu içime çektiğimde, Yaradan’ın en güzel izlerinden birini bir çiçeğin goncasında gördüğümde… Evime getirip çini sehpanın üzerine koyduğumda, annemden kalma el örgüsü danteli saksının altına hiç sakınmadan serdiğimde, ilk çiçeğini Mesnevi’nin içine Mevlana’ya selam diye derdiğimde, bir yazı yazmalıyım, demiştim. 

Ben ki, dünyaya Buhur-u Meryem kadar bile bir not bırakamamış, yaşı otuza yaklaşmış, ömrünün ibresinde yarımdan tama doğru yol almış muharrir hanım. Yolda yürürken, çamurda kalan ayak izlerim bile dünyanın içimdeki sahipliğinden daha hacimli, daha uzun ömürlü. Ben ki, bu dünyayı benimsemeyi bir türlü becerememiş bu yüzden yolunu bulamamış, yürüdüğü bütün yollarda daha menzili bulmadan kaybolmuş bir gezgin. En güzel şükür sebebim, dünya yolculuğumda başımı koyup dinlendiğim serin taş, gölgesine oturup soluklandığım mavi ladin ağacı, bana aşk makamında besteler yapan beyim… Böylece iki dirhem bir çekirdeğim. İki bedenlik bir can, bir canın aguşunda iki nefes, bundan ibaret bütün tasvirim. Dünyadaki bunca kalabalığı bir türlü akıl edemeyişim bundandır benim. Karıncaların bile koca kâinatta yolunu hiç kaybetmezken, insanoğlunun aradığını evvela bilemeyip sonra bulamayışı,  bulduğunun kıymetini bir türlü anlamayışı, benim aklımın almadığı bunca hesap kitap, bunca fitne fesat… Hâsılı yorgunluk diye bir kelimeyi bin bir cümlelik kasidelere tercüme eden şu meczup lisanımla, bu dünyalı, şu zamanlı değilim ben. Küçücük bir saksıya sığan, çapaklarını, yapraklarını, çiçeklerini, bolluk bereket içindeymiş gibi o saksıda yeşerten, hiç mi hiç isyan etmeyen, Buhur-u Meryem ve şuncacık çiçek kadar olamayan ben. Sanırım bunun imrenişi yatıyor satırlarımın altında kâğıt diye. Noktasını, virgülünü özenti mürekkebi ile koyuyorum. 

Sonra diyorum ki rabbime “ Bana bir ferahlık ver Allah’ım. Bu dünyanın kalabalığından sıyrılayım. Söyleyemediğim kelimelerime bir defter isterim senden, adımlarıma bir yol… Bilirim, hesap aklı olanlar içindi mizanda, bana akılla birlikte bir kolaylık ver. Huzur-u Mahşer’de boynum kıldan ince. Bütün hesaplarını vakti gelince sual edersin.  Ama bu dünya için Buhur-u Meryem kadar gamsız bir hayat ver. Bir okka toprak ile birkaç yudum su kadarlık zenginliğe doysun gözüm. Fazlasını verme, fazlasını bana istetme Allah’ım!”

Dünyanın içimdeki kalabalığı yaşım ilerledikçe hafifliyordu. Duâ ettikçe diyeceklerim azalıyor, az kelam ile çokça dertleşir hale geliyordum. Aklanmak evvela ruh ile olan değil miydi? Saksıda bana hocalık eden bir çiçeğin öğretisi ile arınıyordum. Kafeste canı bana emanet ökse kuşu, saksıda Buhur-u Meryem çiçeği. Ben, onların canlarına vekil… Dağların taşların kabulüne sığmayıp insanoğluna kalan ölümle kendim hemhal iken, biri dilsiz diğeri çığırtkan, şuncacık iki canı korumaya cüret etmiş olan muharrir hanım. En büyük sadakası bir gülümseyiş olan ve bütün meşgalesi yazmaktan öteye gitmeyen,evvel zamanların yitip giden binlerce sessiz kahramanı, gelecek vaktin rivayet edeni…