Tabii, herkesin bizim dediğini duyar gibiyim.

Bu ülke gerçekten bizim mi?

Ne kadar bizim?

Bizim olmadığını hiç düşündük mü?

Bizim olması ne demek?

Bizimse ne kadar bizim?

Ülkenin sahibi miyiz yoksa kullanıcısı mı? Yoksa kiracısı mıyız?

Eğer sahibi isek; bu cennet vatanda ne kadar cenneti yaşayabiliyoruz?

Sahi bu ülke bizim mi? Ne kadar?

Evet, bu soruyu sormadan edemiyorum.

Evet, bu ülke bizim. Bizim meclisimiz, bizim kanunlarımız, bizim hükümetimiz, bizim devletimiz, Cumhuriyetimiz, demokrasimizle bu cennet vatan bizim. Bizim olması için yüzyıllardır bedeller ödüyoruz  canımızla malımızla. Hâlâ da ödüyoruz. Bu ülke bizim.

Bizim de bizim olmasına, bence bu ülkede çoğumuz kiracı gibi yaşıyoruz. Ülkede sanki emanetiz. Hal bu ki gerçekten emanet; biz bu emaneti mezara götürmeyeceğiz; ama yaşam içerisinde geleceğimize bırakacağımız en şerefli mirasımız, ölmeyecek bakiyemiz; ülkemiz, vatanımız.

Peki, ne kadar sahiplenebiliyoruz?

Sahiplenmek vatanı korumak, geliştirmek, canlı tutmak, büyütmek değil mi?

O zaman?

Neden  bu kadar  jeopolitik, coğrafi, konjonktür olarak sürekli canlı, tarihi bir bölgede yedi iklim, yetmiş iki millet bir arada bu memleketi geliştirmek, büyütmek, örnek olmak için yeterli çabayı göstermiyoruz?

Ülkenin gelişmesini sadece devlete, hükümete, muhalefete havale etmiş, yerimizde duruyoruz. Hatta kimi neden seçtiğimizi, hangi kararları aldığını bile takip etmiyor, çoğunluğumuz. Torba yasalar, çarşaf listeler, lobiler, ekonomik güçler, paraleller, yandaşlar, cuntalar, derinde yaşayanlar, teğet olanlar, İstanbul tayfası, Karadenizliler, Doğulular, Kayserililer, o şehirliler bu şehirliler! Bir de tabiî küresel güçlerle meydana getirilen sinerjik ilişkiler, devletin ürettiği güce yakın durarak güçten maksimum faydayı sağlama peşinde olanlar!

Bazen güçler çatışması, dosya savaşları, kaset savaşları, siber saldırılar derken el değiştiren güç dengeleri.

Ve milletin çoğunluğunun film izler gibi seyrettiği, medyaya yansıyan iz düşümler. Bazen gerçekler bazen algı yönetimi tarzı haberler! Hatta filmlerle okşanılan ruhlar!

Ya millet olarak sadece seçimden seçime, kongreden kongreye Patronluk görevi yapıyoruz bu ülke bizim diyerek.

Bize, oğlumuzun tayini, sırtımızın sıvazlanması, bir imar ya da küçük bir ihale! Bu da biraz iş bilene!

Çocuğumuzu yurda yerleştirme, medya ve meydanlarda ezilmişliğimizi tatmin eden yüksek perdeden konuşmalar! Yaşasın Adriyatik'ten Çin Seddi'ne mutluluğumuz!...

Biz patron olarak seçen, karar veren olarak nerdeyiz?

Seçmen;  öğrenci, memur, işçi, köylü, gazeteci, şoför, öğretmen, sivil toplum örgütleri nerdeyiz?

Yönetimimizi havale etmişiz, yeter mi? Sonra kızgınlık, şikâyet,  yeter mi?

Bizlerin daha katılımcı olması gerekmez mi? Sosyal medyanın bu kadar etkili olduğu bir zamanda, medya-ülke, devlet-hükümet, muhalefetle-iletişim kanallarının bu kadar açık olduğu bir zamanda daha aktif olmamız, etkili olmamız gerekmez mi?

Kaliteli taleplerimiz, düşüncelerimiz, fikirlerimizle yönetime daha etkili bir şekilde çözüm ortağı olabiliriz.

Biraz düşünmemiz, inanmamız, gayret ile her türlü fikrimiz, ülkenin en üst makamında duyulabilir. En ücra noktasına iletilebilir.

Yeter ki isteyelim. Yoksa birileri bizim adımıza düşünüyor, yapıyor, yönetiyor. Tabii kendi çıkarları doğrultusunda!

Bize de “ülke bizim” diyerek bağırmak, slogan atmak, simgelerle varlığımız ifade etmek, savaşmak ve vatansever olarak ölmek düşüyor.