Gerçi ben ev işlerine yatkın biriyim. Yemek yapmasını, ev süpürmesini, yatak yorgan düzeltmesini hatta cam silmesini becerebiliyorum. Bu işleri zaman zaman gönüllü bir şekilde icra ettiğim de oluyordu. Ama biliyorsunuz ki “gönüllü yaptığın her iş zaman gelince görevin oluyor.”

Benimkisi de öyle oldu. Hani önceden bu işlere yatkın olduğum ev halkı tarafından biliniyor ya, bu son yaşadığımız “evdekal” zamanlarında anladım ki, kendi ellerimle başıma çorap örmüşüm. “Haydi bakalım öyle evde kös kös oturma zamanı değil. Ben ocağa yemek koyayım sen de şu oğlanın odasına bir süpürge tutuver bakalım.” Gel de itiraz et. “Hanım ben ne anlarım süpürge tutmasından” falan de yüreğin yetiyorsa. Biz önceden kaptırmışız meğerse paçayı.  “Kedinin bacaklarını zamanında ayırmazsan eğer, başına geleceklere de katlanacaksın.”

Sadece ev süpürme işiyle kalsan o işi öp de başına koy. Sürekli evdesin kardeşim, göze batıyorsun. Elin kızı öyle bedavadan oturtmuyor insanı evde.

Baktım bir leğende içine çamaşır suyu katılmış su ve içinde renkli bir bez, diğerinde safi su ve yanında beyaz yumuşak bir bez, yanı başıma konuverdi. Oturduğum yerden hiç oralı olmadan dikkati başka yerlere çekmek için bir şeyler mırıldandım ama hiç faydası olmadı. Leğenleri işaret ederek;  “hanım ne olacak bunlar?” demeye kalmadı ki, “bu kapılar dipten tepeye kadar silinecek, en ufak bir lekeyi kabul etmiyorum, yerken yiyorsunuz, işe geldi mi kaytarmak için bin türlü bahane buluyorsunuz, haydi, geç kalmadan kapıların hepsini bu akşama kadar tertemiz yap” dedi. Çaresiz, oflaya puflaya kalktım ve kapıları saymaya başladım. Dış kapıdan itibaren; “1, 2, 3, 4.......8,9, 10... “ Kapıları saymak bile 5 dakikamı aldığına göre onları silmek yarımşar saatten tam beş saati bulacaktı. Aklıma hemen güzel bir fikir geldi.

“Hanım hani sen bana şu kapıları ne zaman boyayacaksın, diye sorar dururdun ya, hah işte o zaman bu zamandır. Nasıl olsa evdeyim. Kapıların hepsini sileceğime ben onların hepsini iki günde boyar tertemiz çıkarırım” dedim. Ben hanımın itiraz edeceğini beklerken anında kabul etti teklifimi. Tamam hemen git boyaları fırçaları, zımparaları, ne lazımsa al getir o zaman” deyiverdi. “Tamam hanım o iş bende” diyerek boyacıya gittim ve bir galon yağlı boya bir galon astar bir kesik fırça, bir rulo fırça, yeterince zımpara alıp getirdim. Epeyce para verdim ama... Tabi dışarıya çıkarken maskemi falan da taktım, kendimi emniyete aldım da öyle çıktım alış verişe...

“Boya işi iyi oldu. Biraz ağırdan alırım ve ben bu ‘evdekal’ günlerini bu boya işiyle geçirtirim, diğer işleri yapmama da zaman kalmaz” diye düşünüyordum.

Kolları sıvadım ve kapıları zımparalayarak başladım işe. Kapının birisinin işini tamamen bitirip diğerine geçeceğim şekilde yaptım planlamayı. Önce astarı sürdüm kapıya. Tabi içine tinerini de kattım. Kuruması baya zaman aldı. Yağlı boyayı sürmeye başlamamla dairenin içini aldı bir tiner kokusu. Sonra yavaş yavaş kapı aralarından merdiven boşluklarından apartmanın içine yayılmaya başladı. Beş dakika arayla kapımın ziline basıyor site sakinleri. Kokunun kaynağını bulan benim daireye yöneliyor. Allah Allah! Yahu bir durun! Daha ilk kapının ilk fırçalarını atıyorum. Daha var dokuz kapı dememe fırsat kalmadı ki,  yan kapı komşum “komşu, sen bu yağlı boyayı yapıyorsun da bu evde oturmaya devam edecek misin?” diye bir soru yöneltti bana. Önce şaşırdım ve kendimi toparlamam uzun sürmedi. “Yok, boyayı yapınca dairem değerleneceği için hemen peşin paraya satıp köye taşınacağım” dedim. Önce şöyle bir toparladı kendini, sonra benim bu soğuk esprime katılarak gülmeye başladı. Bir taraftan gülüyor bir taraftan da bana laf yetiştirmeye çalışıyordu.

“Yok ya onu demiyorum ben. Kapıları yağlı boyayla boyamaya devam edersen bu tiner kokusu kafanızda şiddetli bir ağrı oluşturur ve hepinizi bayıltır. Sen boyamaya devam ettikçe koku apartmana yayılacağı için apartman sakinleri de aynı akıbete uğrarlar ve insanlar “evdekalmaya” çalışırlarken hastanede kalmaya başlarlar” demez mi?

“E, ne olacak, ne yapacağız?” dememe kalmadı, zaten komşumun bu işlerden iyi anlayan birisi olduğunu da biliyordum, o söze devam etti. “o işi hemen bırak, yağlı boyayla olmaz o iş. Zaten aldığın o malzeme iki kapıya anca yeter, yarın Larende Caddesine gidip plastik boya, plastik astar alıp geleceğiz ve onlarla boyayacağız, ben de sana yardım edeceğim” demez mi?

“Oh, boya işinden de kurtuldum” diye düşünürken, “haydi arabayı çalıştır malzemeleri alıp gelelim” dedi. Gittik, malzemeleri aldık, önceki verdiğim paranın üzerine iki kat daha fazla para verdim, baya koydu bana. Neyse olan oldu bir kere. Komşum; “bu sana müstahak, bu işlerden anlayan bir komşun var ve kendi başına bilmediğin bir işe soyunuyorsun, oh olsun sana” diyerek suratıma karşı ağzına geleni söylemekten geri durmadı.

Haklıydı ama. Böyle komşularım var benim. Bunu da burada böbürlenerek söyleyeyim de. “Komşuluk bitti, hatta öldü.” “Nerde o eski komşuluklar?” falan diyerek zamanımıza göndermeler yapıp duranlara da kapak olsun.

İki kapının astarını sürdüm, birisinin boyasını da bitirdim. Kapılar mevcut halleriyle koyu kahverengi renkteler. Biz beyaza dönüştürüyoruz. Yani en zor olanı başarmaya çalışıyorum. Önce zımpara, sonra astar, yeniden zımpara ve sonra boya. Kapatıyor mu, elbette hayır. Sonra bir kat daha boya... Bir kapı neredeyse bir günde bitiyor. Dokuz çarpı bir, eşittir dokuz.

Hanım duymasın, bu yazıyı da inşallah okumaz. Yani dokuz günümü boya işiyle geçireceğim.

İşim bir hayli zor.

“Kendim ettim, kendim buldum...”