“Biz tutumlu çocuklarız, para dolu kumbaramız.” Bizler bu sloganlarla büyütülen yaş grubunun insanlarıyız.

Kendi köyümde, “idare” denilen aydınlatma aracı ile zaman zaman da “gaz lambası” ve daha sonraki gençlik dönemlerimde de “lüks” denilen araç, gerçekten de  yaşadığım çevrenin insanları için “lüks” olan bir aydınlatma aracıydı.

Bu ortamdan çıkıp Devlet Parasız Yatılı olarak okumaya gittiğimde, en az 6 adet “abajur” denilen aracın aydınlattığı sınıflarla tanıştım. Duvarın üzerinde bulunan bir düğmeye basıyorsunuz ve tavandan tabana doğru sarkan altı tane top birden ışıyor ve sınıfı aydınlatıyor…

Bu şey, “şeytan işi gibi bir şey” o zamanlarda benim için.

Okula ilk başladığım günlerde duvardaki o düğme dikkatimi çekmiş olacak ki, üst kısmına basıyorum tepedeki lamba yanıyor, alt kısmına basıyorum lamba sönüyor. O kadar ilginç bir nesne ki, merakımı da bu kadar celp etmiş olacak ki, öylece alt ve üst butona basmaya devam etmişim uzun müddet… 

Omuzumdan büyükçe bir elin kavramasıyla kendime geldim ve sürüklene sürüklene bir üst kattaki resim odasının kapısının açılması ve içeriye itilmemle, karşımda “zebellah” (TDK; İriyarı, uzun, biçimsiz, korkunç, karayağız…)  gibi birini görmem aynı anda oldu. 

Omuzumdan tutup sürükleyen adam, kapıdan içeriye iterken “işte buydu!” diyerek suçluyu da ifşa edip kapıyı dışarıdan kapatıp çekti gitti, beni “zebellah”la baş başa bırakarak… 

Başımı diğer yana çevirdiğimde içeride öğrencilerin de bulunduğunu gördüm. Meğerse orası bir derslik imiş... Karayağız adam, sol eliyle ceketimin yakasından tutup beni, duvara doğru itiyor sonra da kendine doğru çekiyordu. Bir yandan da sağ elinde tebeşirle, kara tahtada öğrencilere ders anlatıyor, resimler çiziyordu. Her duvara itişinde kafam duvara tosluyordu. Bu itip çekmeler ne kadar uzun sürdü hatırlamıyorum. Öğrenciler bir yandan dersi takip etmeye çalışıyorlar diğer yandan da benim bu halime kıkır kıkır gülüyorlardı. 

Bense, “yahu evet ben bir suç işledim tamam, suçum sabit, o düğmeyi defalarca aşağı yukarı hareket ettirip, lambayı yakıp söndürdüm, tamam suçluyum da bu karayağız, zebellah gibi adam benim bunu yaptığımı nereden biliyordu? Omuzumdan tutup sürükleyerek zebellah’a teslim eden adam benim suçumu anlatmamıştı ki ona… Sadece “işte buydu!” deyip içeriye itekleyivermişti…” diye bu konuyu merak ediyordum.

Ben, “o abdestle epeyce namaz kıldım” ve “bir daha o düğmelere basmaya tövbe ettim” desem yeridir.

Köyden idare lambası kültüründen gelip abajurlarla, lambalarla, düğmelerle karşılaşan bir çocuk böyle bir muamele ile karşılaşınca başka ne yapabilirdi ki?

Aradan birkaç gün daha geçmiş ve derslere de son hızla başlamıştık artık. Sosyal Bilgiler Öğretmenimiz o gür sesiyle haykırdı. “Sen Ey Türk Evladı, kulaklarını aç ve beni iyice dinle! O musluklardan gereksiz yere akan her damla su, damarlarınızdan akan kan damlaları gibidir. Lüzumsuz olarak yanan her lamba, gözlerinizin günden güne körleşmesine sebep olacaktır! Sen ki, çağlar ötesinden gelen bir ırkın ahfadısın! Ataların bu vatanı kolaylıkla lamdı! Unutma!”

Ben kulağıma haykırılan o sözlerin etkisiyle midir, yoksa çocukluğumuzu, gençliğimizi yaşadığımız o dönemlerin yokluk, yoksulluk yılları olmasından mıdır nedir, boşa akan her musluk damlasının sesi rahatsız eder beni. Boş yere yanan lambaları söndürme “hastalığı” çekiyorum hala…

Bizlere damlalarla, lambalarla uğraşılmasını öğütleyen sistemin, aslında kendisinin ne kadar da “cömert” olduğunu kavradım zamanla…

Model model, marka marka araç gereçlerin nasıl da bonkörce kadrolandığını, tahsislendiğini, bütçelendiğini öğrendim. Kalemi elinde olanların hazinenin imkânlarını nasıl da cömertçe kendilerine doğru çentik attıklarına, kendi maaşları ve gelirleri söz konusu olunca, alttakilere tasarruftan söz edenlerin ve birçok lüzumlu lüzumsuz konularda neredeyse birbirlerini yiyenlerin nasıl da “birlik ve beraberlik elbisesine” bürünüverdiklerini gördüm.

Babasının, sabah son model bir araç ile evden çıkmasının ardından, annesinin de beş dakika arayla bir başka araçla işe doğru yelken açtığına, ardından evin delikanlısının bir başka lüks araçla diğer bir hedefe doğru yöneldiğine ve evin  üniversiteli kızının da otomatik vitesli aracıyla okula doğru son sürat yol aldığına şahitlik eden ben, musluklardan lüzumsuz yere akan su damlalarıyla, lüzumsuz yere yanan lambalarla savaşmaya devam ediyorum son hızla…

Elbette benim de yapmamam gereken ve adına “israf” dedikleri o harcamalardan yapıyor olduğumu düşünen belki de benim bu haldeki yaşam tarzıma bile özenen milyonların varlığını düşündükçe de huzursuzluğumun katmerleştiğini hissediyorum.

Son bir haftadır yaşanan, yurdum insanının sosyal medyadaki “poşet savaşlarını” izlemekten gına getirmiş olsam da, “damlaya damlaya göl olur”, “ak akçe kara gün içindir”, ”sakla sarı samanı, gelir onun zamanı” gibi bize ait atasözlerimizle büyütülen bir neslin efradı  olarak, günümüz savurganlıklarının hiç de hayra alamet bir durum olmadığını söylemek istiyorum.

“Biz tutumlu çocuklarız, para dolu kumbaramız.”