Gözlerini karşı kayalıklara dikmiş bir kız oturur, kargaların uçuştuğu geniş tarlalarda. Sabrı, asırları utandıracak kadar; içindeki boşluk bütün teşbihleri susturacak kadar büyük! O boşluğun sesi ise nevası bilinmez bir rüzgârdır elbette. Saba, nihavent, yegâh, sazkâr yahut başka bir makamdan hüznü üfler durur öylece.

Öykünün müdahili olan, yalnızlığın nüzulü dizlerine çökmüş kız ise gizemli bir sessizlikte düşünmektedir veya düşlemekte! 

Gökyüzünden kuşlar geçmektedir; Ökse, Hüma, İspinoz, Sarıasma denilenlerden bir sürü. Hangi ortaklık ile toplandıkları bilinmez, kanat çırpışları sultan Mehmet Han'ın fethettiği şehre doğru. Yaban tarlalarına inat bahçe gülleri açmış geniş tarlada. Hanımeli, gülhatmi, küpe gülü, bir de unutma beni çiçeği yeşermiş mavisi moruna karışık! 

Tüm bu hububatın ve dünyayı kirleten beşerlerin uzağında, başka bir âlemin aydınlığında düşünmekte olan kız, aklına dolanan bir öykünün masumluğunu düşlemektedir. 

Adı “Evvelden Ahire Aşk”

Taa ki evvelki ezelden, şimdiye değin, seven ile sevilen arasındaki ince bağa kimler dikkat etmişti acaba. İki çift gözden birbirine akan erguvan rengi nehirleri gören var mıydı hiç? Âşıktan maşuka dilek taşıyan bin bir renkli hindibalarını tutabilen! 

Tüm bu imkânsızlıkları düşünüp, “yitsem kimsesizlikte” diye iç geçirir, henüz adını söylememiş olduğum kahraman, bu öykünün anlatıcısı. 

“Yitsem kimsesizlikte görünmez bir şahit olsam da, yaşanıvermiş olan o hem kolaylık hem de geçmişlik bildiren zamanların zamansızlığına karışsam!” 

Susuyorum, o isimsiz iç geçirdikten sonra. Belli ki, gerisinde kalanlar ile kendisini yalnız bırakan bir başka isimsizin varlığına vermişti bütün vekâletini. 

“Ben yitik zamanların gözcüsü aşkın izlerini arayan bir kâhin! Daha dün görmüş gibiyim Havva ile Âdem'in toprak tütsüsündeki varlıklarını. Havva'nın sol kaburga kadar nazenin, Âdem'in ona keza teninden damlayan toprak kadar güçlü oluşunu!  

Onlar ki yaratılmışların teki oldukları ve biri diğerine mecbur olduğu için mi insanlığın türeteni olmuştu acaba?  Böyle bir mecburluğu, yaratanın kudretine değil, tevafukuna bırakıyorum. Başka türlü hangi mükemmelliği yakıştırırdım ki Havva İle Âdem'in efsanesine. 

Aradan asırlar geçse de ancak isimler ile suretler değişiyor o yaratılma faslına düşmüş aşkın deryasında. Âdem bilmem kaç yıl sonrasında kendi soyundan bir Yusuf güzeline dönüşüyor. Sıfatı ise yine peygamber oluyor. Ve ancak ondaki kadar bir güzelliğin yansımasını gösteriyor diğer kullara. 

Havva ise daha Âdem'in sol kaburgasından yeşerdiğine bakmadan, Züleyha'nın pençelerine takıveriyor aşkı. O yakışıksız gibi görünen hamle, Yusuf'un gömleğini parçalayan tırnaklar, Havva ile Âdem'den kalma bir geleneğin, geleceğe iletisi oluyor.

Sonra yüzyıllar atlayıp yine Ferhat ile Şirine yoldaş oluyorum bu kez. Adımlarına karışıyor adımlarım, izlerine dokunuyorum ellerimle. Ferhat'ın deldiği dağı görüyorum, akıttığı suda gideriyorum Yusuf İle Züleyha'dan kalma susuzluğumu. Şirin'in zümrüt yüzüğünün yeşilliğinde buluyorum bu aşkın olmazını da. 

Aşk ile delinmiş Ferhat'ın dağından aşıp ve daha pek çok diyara görünmez izlerimi bırakarak Aslı ve Kerem'in zamanına giriyorum bu kez. Kerem açmaktan yorulduğu düğmelere iliştirmiş aşkını; Aslı bir keşişin büyüsüne. Kerem kızıl bir elmadan gelen zürriyete bağlamış kaderini; Aslı hiç olmadık bir hikâyenin kadını oluşuna. Kerem yüreğinden çıkan bir âhın ateşine düşmüş; Aslı ona su taşırken tutuşan saçlarına! 

Daha fazla duramıyorum evvel zaman diyarında. Daha pek çok âşık var beni bekleyen, anlatılmayı ifşa edilmeyi dileyen. Oysa benim dayanacağım yok. Yoruluyorum o bitimsiz yolculuğun yollarında yürümekten. 

Dizlerimi kırıp oturuyorum ökse kuşlarının geçtiği boş tarlaya. Âdem ile Havva'dan kalma bir geleneğin, şimdiler zamanında yolcusu oluyorum. Dilim yana yana birkaç şey daha söylüyorum ismimi anmayan anlatıcıma. 

Kurumuş dudaklarından bir damla susuzluk ver içeyim. Başka türlü hangi çorak toprak dillendirir hasretimi, kimleri inandırayım Ferhat'ın susuzluğuna? 

Bir dal uzat bana geçeyim köprülerinden, esmer avuçlarına dokunurcasına. Yoksa hangi uzaklar yakın olur ki ıssızlığıma, ben nasıl çıkarım kuyulardan Yusuf'casına!  

Akrebi durmuş eski bir saat değil, zümrüt bir yüzük tak parmaklarıma, yeşilliğinde bulayım Şirin'in inanmışlığını. Kör düğüm edilmiş düğmelere dokunma, mintanlara sarma bedenimi, yanmayayım Ferhat'ın ateşi ile. 

Ben hasretin yolcusuyum zahir, hasret ise benim yüreğimin. O halde bilebilir misin kim kime seferi. Ben mi hasrete, hasret mi bana?

Bir şiir yazayım yollayayım sana. Sultan Mehmet Hanın fethettiği şehre, sayısız âşıktan, ihanet ehli tonlarca insandan arta kalan İstanbul'a!  

Ökseler, ispinozlar yoldaş olsun adımlarına. Bir şiir yazayım yokluk diyarına...”

Daha fazla konuşturmuyorum o adsız misafiri. Ellerine gri renkli hindibalarını tutuşturup susturuyorum. “Yaz” diyorum kopan kanatlarına mısraları. Yaz gönder hasretini çektiğin yere, yöreye. Yoksa bana ne söylesen boşuna. Sonra haddimi aştığımı düşünüp susuyorum birden. Acıyorum bin bir aşığın yükünü çekmiş bu garip kıza. 

Elleri Ferhat'ın ateşinde, yanmıştı onun. Nefesinin darlığı, Şirin'in ilikli düğmelerindendi. İsyanı Yusuf kuyusuna düşmüş çaresizliğinden, hasreti Züleyha'nın günahkâr diye bilinişinde! 

Kulağına eğilip fısıldıyorum sanki teselli edercesine. Yapabildiğim tek şey bu değil miydi? 

 “İçindeki “ah” dan bir “ah...” ver bana. Değilse eyvahlar utanacak imkânsızlığına...