Bir sabah saat 06.30’da yatağından kalktı Salih. Elini yüzünü yıkamak için kilerde bulunan ibriğe yöneldi. İbriği kaldırdı ama ibrik bomboştu. “Neyse” dedi. “Körpeyi (oğlak ve kuzulardan oluşan sürü) ağıldan salayım da derede yıkarım yüzümü…” diye söylendi.

Doğruca, kilerde başköşede bulunan ekmek teknesine doğru yürüdü. Bir mayalı ekmek ya da yufka ekmek alıp sabah kahvaltısını geçiştirecekti böylece… Teknenin üzerindeki örtüyü kaldırdı ama teknede hamur vardı ekmek yerine. Annesi geceden kalkıp bir miktar hamur yoğurmuştu, sabah ekmek yapacaktı.

Annesi, hamuru yoğurduktan sonra ahıra inmişti, hayvanların altını temizlemek için. Salih körpeyi ağıldan salmak üzere inerken anasıyla karşılaştı merdivende. Anası; “oğlum körpeyi biraz geç sal da hemen ekmek yapacağım, eline bir ekmek alıp öyle gidersin” dedi. Salih de “ana, canım istemiyor, ben körpeyi salayım zaten bir iki saat sonra geri geleceğim, o zaman yerim ekmeğimi” dedi.

Salih o tarihte 9-10 yaşlarında ya vardı ya yoktu. Beş kardeştiler ama onların hepsi daha çok küçüktüler. O küçücük yaşlarına rağmen, birazdan hepsi kalkacak kimisi dereye su doldurmaya gidecek, kimisi evi bacayı süpürecek, kimisi kendinden daha küçük yaşta olan kardeşine bakacak kimisi de analarının yaptığı ekmeği çevireceklerdi ocağın üstündeki saçta…

Anlaşıldığı üzere o zamanlar evlerde su yoktu. Elektrik de yoktu. Telefon zaten oktu. Dolayısıyla, Televizyon, İnternet denilen şeylerin adı bile bilinmezdi

Su ihtiyacı, köyün birkaç kilometre uzağındaki dereden; testilerle, ibriklerle, bakraçlarla taşınıyordu eve. Yemeklerini, ekmeklerini, banyolarını bu taşıma su ile yapıyorlardı. İçme sularını bu şekilde temin ediyorlardı. Sabah erkenden gidip doldurmak lazımdı testileri… Zira ilerleyen saatlerde köyün hayvanları derenin üzerinden atlayıp dereyi kirletiyorlardı.

Salih, saat 11.00 olmasına rağmen henüz ağzına bir lokma bir şey koymamıştı. Çok zaman böyleydi zaten köyde yaşayan çocukların hali.

Sadece yiyip içmekle mi ilgiliydi zorluklar? Elbette hayır. Salih’in ayağındaki pantolonda kırk yama vardı nerdeyse… Bazı yamalar söküktü ve uçları sallanıyordu aşağıya doğru. Belinde kemer yerine kendirden örülmüş bir ip tutuyordu pantolonunu…

Ayakkabıları lastiktendi. Çorap da yoktu ayağında. Ayakları terliyordu ve ayakkabının içinde kızak gibi kayıyordu… Terden vıcık vıcık olurdu ayakkabılarının içi.

Üzerinde yakasız bir işlik (gömlek) vardı. Dirseklerinden eskimişti üstelik. Bu giysilerin içinde kara kuru bir çocuktu Salih.

Yaz günleri havalar çok sıcak gittiği için davar köye gelmelive günün en koyu sıcağında ağılda gölgelik yerlerde dinlenmeliydi. Akşamüzeri serin havalarda hatta geceleri sabaha kadar yaylımını almalıydı. İşte bu yüzden körpe, davardan daha önce girmeliydi ağıla.  Ağıllar bu şekilde düzenlenmişti. Önce körpe girecek, sonra davar girecek, davar sağılıp sonra körpe salınacak ve analarıyla emiştirilecekti. Bu olaya Konya’nın ovalık kesimlerinde “koşan” denildiğini öğrendim yakın zamanda… Salih de Konyalı idi ama o bir dağ köyünde doğmuştu.

Salih körpeyi köye getirdi. Ağıla kattı ve hemen eve çıktı. Çok acıkmıştı. Annesinin yaptığı mayalı (hamırlı) ekmekten bir tane yedi katıksız bir şekilde. İkincisini yiyemedi. Dinlenmeden dama çıktı. Damları toprak ve düz zeminliydi. Bir gün evvel köye 3 kilometre uzaktaki meşe ağaçlarından budayıp getirdikleri ve kışlık olarak hazırladıkları yaprak desteleri seriliydidamda… Yaşken destelenen yapraklar kuruyunca kalıp gibi olmuştu. Onları samanlığın önüne attı. Daha sonra aşağıya inip samanlığın deliğinden içeriye attı. Sonra samanlığa girip istif etti güzelce.

Her yanını bir kaşıntı almıştı yaprağın ve samanlığın tozundan dolayı... Eve çıkıp bir duş almak istedi. İbrikleri kaldırdı ama yine boştular. Sabah doldurulan sular kullanılıp tüketilmişti. Bu iş için bile sürekli dereden eve su taşımak için nöbetçiler olmalıydı adeta.

“Taşıma su ile değirmen dönmez” diye boşuna dememişti atalarımız. Ama bu söze rağmen değirmeni döndürmeye çalışıyordu köylüler. Gerçi her işleri çileydi, dertti…

“Boş ver” dedi. “Çok yoruldum, şuraya biraz uzanayım” deyip uzanmasıyla uyuması bir oldu.

Kendini bir anda rengârenk oyuncakların, atlıkarıncaların, dönme dolapların, buz gibi gazoz satılan ve onlardan almak için sıra olan çocukların arasında buldu. Yan tarafta da türlü bir çeşit dondurma satılıyordu… “Gazozu içip daha sonra da dondurma alırım” diye geçirdi içinden.

Bacağında kısa bir şort, üzerinde tiril tiril bir gömlek vardı.  Uzamış saçları ipek gibi dalgalanıyordu hafif esen rüzgâra karşı.

Tam gazoz alma sırası kendisine gelmişti ki, babasının sesi duyuldu derinden. “Saliihhh!

Salih bir anda doğruldu uzandığı yerden, “çıkartmaya” (balkon) çıktı ve “buyur babaaa!” diye cevap verdi o cılız sesiyle…

Babası; “eşeğe semeri vur, taşlı tarlaya getir!” diye tembihledi.

Salih ahıra indi, eşeğe semeri vurdu (semer vurmak; eşeği semerlemek), üzerine binip doğruca taşlı tarlaya gitti.

Oraya vardı ve babasının topladığı domatesleri, salatalıkları heybeye koyup, eşeğe yüklediler ve birlikte eve geldiler.

Hava serinlemişti. Davarı dağa sürdüler çobanın önüne. Sonra Salih körpeyi saldı ve yeniden dağlara onları yayıltmaya gitti.

Salih okula gitmiyor muydu? Gidiyordu elbette. Ama Köyde görevli tek öğretmen rahatsızlanmış, rapor almış ve bir haftadır okula gelmiyordu. Okul açık olsa bile yaşananlar bu hikâyeden farklı değildi ki… “Sabahçı”, “öğlenci” şeklinde ikili öğrenim hüküm sürmekteydi ilkokulda…

Aklıma, günümüzde lüks dairelerde bir elleri balda bir elleri yağda olarak yaşayan, bir odadan diğerine giderken bile korktukları için yanlarında bir başkasının olmasını isteyen zamane çocukları geldi, şimdiki zamandaki lüks yaşam geldi, hiçbir şeyden tatmin olmayan insanlar geldi, ellerindeki son model telefonlar, internetler, bilgisayarlar geldi… Bisikletler, okul çantaları, renkli kalemleri, silgileri, babalarının lüks evleri, arabaları geldi…

Sonra da Salih geldi birden aklıma…

Ne alakaysa!