Bir canlı doğmayabilir ancak, her doğan canlı mutlaka ölecek.

Yaşamda öğrendiğimiz en büyük gerçek bu olsa gerek.

İnsanoğlu olarak  bir gün çevresine sevinçler yaşatarak, insanlara anne baba kardeş hala dayı gibi sıfatlar yükleyerek yaşamın derinliklerine doğru yerleşiyoruz.

Yaşarken  yaşadığımız her şey  ağır  ağır,  ince  ince  bizlerin  yaşam gayesini oluştururken aynı zamanda gayemize ulaşmak için, potansiyelimizden kaynaklanan yeteneklerimizi, becerilerimizi, sınırlarımızı da ortaya çıkarıyoruz.

Elbette bu keşif bizim yaşam içinde yakalayabildiğimiz gelişme kabiliyetimize, isteğimize, yaşam ile kurduğumuz ilişkiye de bağlı.

Hiçbir şey fark etmeden bir ömür tamamlanabildiği gibi,yaşamın her anında başka bir farkındalığın içinde de kendimizi bulabiliriz.

Çoğu zaman yaşadıklarımız,yaptıklarımız  o an bize önemsiz gibi gelebilir.

Çok yakında bir zamanda unutmuş bile olabiliriz.

Çoğu zaman  kıyamete kadar devam edecek yaşamın içinde   geçici bir varlık olduğumuzu fark etmeyiz bile.

Bazı insanlar yaşarken  hani derler ya kalbinin sesini dinle, işte onun  kalbi, onu yaşamın içine yerleştirivermiştir.
Kendisi planlamamıştır ama kalbi onu hep yaşamın merkezine yerleştirmiştir.

Nasreddin Hoca’nın  “Benim bulunduğum yer dünyanın merkezi’’ derken biraz da her insan kendince çevresinde yaşamın merkezi oluverir.

Bu yaşarken dile getirilmez.

Yaratılmış her şeye karşı bir ilgisi sempatisi vardır mesela.
Toprakla daha çocukluğunda çok kuvvetli iletişim kurmuştur. Karşılıklı bir ömür ona ve onun bağrından çıkan her türlü bitkiye karşı muhteşem bir dostluk.

Tavuk, kedi, keçi, koyun köpek yaşamın farklı dönemlerinde dostluk kurduğu canlılar olmuş.

Bulabildiği her toprak parçasına bir ağaç ya da bitki ekerek arkadaşlık başlatmış.

Onları aşılayarak hep daha değerliyi aramış, onlarla  yaşamın her sayfasında farklılığı yaşamayı arzu etmiş.

Eriğe kayısı, armuta başka cins bir armut, beyaz duta ekin dutu ya da mor Malatya dutu aşılayarak onların meyvesinde kendini bulmayı ve paylaşmayı bir yaşam biçim olarak seçmiş.

Dantelden yaptığı perdesinden,  televizyonda gördüğü spikerin kazağından örnek olarak ördüğü kazağına hep kendini bir ürünle paylaşmayı önemli bir meziyet olarak yaşamının canlı tutulmasında araç alarak kullanmış.

Evlatlarına,torunlarına komşularına fark etmez hep örüp hediye edeceği bir beceri ürünü muhakkak olmuş.

Komşunun uzun yıllar hamile kalamamış eşine hamile kalınca çocukların patiği benden diyerek çocuktan evvel ruhunda bir canın varlığına eşlik edecek kadar yaşamın dostu olabilmiş bir insan.

Elektrik,çamaşır makinesi, bulaşık makinesinin olmadığı zamanlarda ailenin kalabalık misafirlerine tek başına en ağır yemekleri tatlıları el emeği ile hazırlayıp ikram edecek kadar cömert bir o kadar kalben bir insanın yaşamdaki bir parça olabilmek sanırım, bir insana nasip olabilecek en büyük nimetlerden biri.

Toprağın, mutfağın, salonun, seccadenin  insanların arasında bir insan olmak önce almayı değil de vermeyi yaşam tarzı olarak benimsemek, hep hayatı ve iletişimi başlatan insan olmak elbette çevresinin kalbinde taht kurabilmemin önemli bir özelliği olsa gerek.

Birkaç ay önce düşünmüştüm; annem sadece bu yaşamda kalmak istemiyor. Geleceğe kalmak insanların kalbinden hoş bir seda bırakmak gelecekte hatırlanabilecek anlara imza atmak istiyor galiba demiştim.

Ölümü ve taziye süresince bizzat gelerek ve telefon açarak ve mesajlarla hakkında dile getirilen güzel sözler, paylaşılan anlar, damakta bırakılan tatlar yaşamın ölmeyecek bakiyeleri olarak uğurlama  muhabbetlerinin baş konusu olmuştu.

Benim annem vefat etmişti ama bu cenazede fark ettiğim çok önemli bir gerçek benim kendime gelmemi sağladı. 

Genç evlatlarını kaybetmiş  anneler ve babaları, ya da kendi hiç anne ve babasını göremeyen insanlarında benim acımı paylaşırken onların gözünden hayata bakmam  gerektiği idrakine varınca annem cenazesinde bile beni eğitiyor dedim.

O andan musalla taşına varıncaya kadar onlara empati yaptım. Hatta cenaze namazı kılınırken bir an cenazenin yerine kendimi koydum ve bu cemaat seni nasıl uğurlasın diye tefekkür ederken çok daha anlamlı bir gayeye ulaştım.
Annem bu gayeyi en kötü ihtimalle hissediyormuş meğerse ne kadar güzel söz, yaşanmışlıklar bir bir ortaya çıktı, meğerse  insan toprağa ne ekerse onun çıktığı gibi kalbe ne ekerse de o muhakkak meyve veriyormuş.

Her ömür muhakkak tamamlanıyor. Her insan kendine bir gaye seçiyor esasında.

Kimi kalplere hoş seda bırakırken kimi hiç ölmeyecek  gibi dünya yaşamında kalpleri kırmakla meşgul.

Aslında her insan ömrünün nasıl tamamlanacağını az çok hissediyor. Ama gaye insanı ya geleceğe taşıyor ya da toprağa gömüldüğünle kalıyorsun.
Ruh sonraki yaşamında yeni yerini ararken.