Her horoz kendi çöplüğünde ötermiş. Her diken kendi çiçeğinde bitermiş. Her bülbül kendi vatanında ötermiş. Her yürek kendi kafesinde atarmış…

            Bu devran böyle sürüp giderken hayatın olağan akışını durdurmak Donkişotluğuna yönelmek alışılagelmiştir artık. Bir cücenin bir deve hava atması onu alaşağı edeceği hususunda naralar atması her ne kadar akla aykırı gelse de sempatik ve sevimlidir. En azından seyirciyi eğlendirici ve ilham vericidir. Bu sahne karşısında aklı zorlayan cücenin kendisinin dev, devin de cüce olduğu serabına kapılmaktır. Bu bir serandaptır, platonik aşktır.

            İnsan nerde nasıl ve ne şekilde davranacağını bilmeli ona göre hareket etmeli kaldıramayacağı yükün altına girmemelidir. Hal böyleyken yaratıcının emaneti dağların taşların kabul etmemesine rağmen cahil ve zayıf insanın kabul ettiği yönündeki söylemi benî-âdemin yaratılmışların içinde yerlerinin neresi olduğuna işaret ettiği su götürmez bir gerçektir.

            Neden dağlar taşlar kabul etmedi de âdemoğlu kabul etti? Bu sorunun cevabının sorunun kendi içinde gizli olduğuna inanmak gerek, yoksa tavuk yumurta ikileminden öteye geçemez bir sonuca varamayız. Yaradan insanı kendine vereceği emaneti kabul edecek bir kıvamda dizayn etti. Onu kendisinin yeryüzündeki halifesi ilan ederken, ona yükselme ve alçalma yolunda mecalinin olduğunu, bir fasit daire içinde olmadığını belirtti.

            İnsan tek düzey değildir. Daha doğrusu her insan suretinde olan aynı duyguları aynı düşünceleri taşımazlar. Her ikisi de et, kemik, kan vesair maddi unsurlarla birlikte onun görünmez yanlarından oluştuğunu bilsek de hayatın olağan akışı olan yeme, içme ve uyuma fiillerini yaparken bile farklılık arz edecektir.

            Zaman zaman her iki ayaklıları görünce insan sanmayın, tavuklar da iki ayaklıdır söylemimin kaynağı bundandır. Her insan siluetinde gördüğünüzü insan sanmayın deyişimizin sebebi bundan… İnsan yaradılış gayesine paralel hareket etmediği zaman asıl mana ve ehemmiyetini kavramamış olacaktır. Bu uğurda atmış olduğu her ileri adım onu yukarılara meleklerin katına çıkaracak, geri adım da onun yaratılış merkezinden uzaklaşmasına ve hakir gördüğü en adi behaim mertebesine doğru sürükleyecektir.

            Yaratılanı sevmek yaratandan ötürü eylemi insan olma özelliğinin bir olmazsa olmazıysa, insan olmayanın elinden ölmek de hayatın olağan akışıdır. Zira doğa kendi arasında dengeler üzerine kurulmuştur. İlkbaharda çiçekler açar, sonbaharda yapraklar dökülür, ormanda güçlü olan zayıfın hayatına son verir… Oysa insan olma özelliğini taşıyan yaratıklar öncelikle yaratıcının yarattıklarına sorgusuz sualsiz saygı duymalı onu yaratıcısından dolayı sevmelidir.

            Kin ve nefret insanda bulunmaması gereken hasletlerdendir. Güçlü zayıfı aş yapmamalı onu koruyup kollamalıdır. Kaldı ki vahşi olarak adlandırdığımız hayvanlar âleminde bile güçlünün zayıfa kol kanat gerdiğine şahit oluyoruz. İnsana yaratılmışların içinde önemli kılan yaratıcının kendisine yüklemiş olduğu misyondur. İnsanın bir misyonu vardır. O, dünyada diğer canlılar gibi yiyip içip eğlenmek ve hayatını tamamlamak üzere yaratılmamıştır. O Allahın elçisi, yaratılmışların bekçisidir… O kendine zarar vermeyen hiçbir canlıyı keyfi olarak öldüremez, ona eza edemez hayatının akışına engel olma yollarına gidemez. İnsan yaratılmışların en şereflisi paiyesini elinde tutarak kendine hizmet etsinler, yaşaması için rızık olsunlar diye yaratılanlara haksız yere eziyet edemez ve canına kıyamazken kendi cinsi olan şerefli yaratığa karşı böyle bir eylem yapma yetisinin olmadığını bilir.

            Onun rahmeti külfetinden daha fazladır. Tane başak vererek insana olan görevini en üst seviye de yerine getirmektedir. İnsan da yerini bilmeli şerefli olma paiyesini diğer canlılara kaptırmamalıdır. Ne gariptir ki kendinden beklenen insani ilişkiyi sergileyemeyen insan bu açlığını vahşi hayvanların bazıları sergilemesini örnek göstererek telafi etme çabası içine girmiştir. Sanki o güzel hareketi yapan vahşi bir yaratığın yapmış olduğu bu eylem onun rahmet etme eylemiyle acıkmış ruhuna merhem olmak biriken açlığını bir nebze olsun gidermektedir. Bu ne garip bir duygudur. Bu ne garip bir ikilem. Kendi yapamadığını, şerefli olana amade olan, ona hizmet etsin, aş olsun maksadıyla yaratılanda görerek rahatlama haleti ruhiyyesine giren insan, adeta saf değiştirmeye imrenir gibidir…

            Neden başkalarının iyi şeyler yapmasını bekleriz? Neden oturduğumuz yerden gördüğümüz olumsuzluklara en azından kızgınlığımızı dahi belirtme çabasına girmeyiz? Sahi biz hayatın merkezine doğru katetmeye çalıştığımız yolculuğumuzda yaratılışımıza paralel bir şekilde hareket edip yükselme, insan olma sınıfından bir üst sınıfa atlama gibi bir özerkliği elimizde tutarken niye oturduğumuz yerin çürüyüp bizi daha aşağılara çekmesine seyirci kalıyoruz. Bu durgunluğumuz yalnız kendimize zarar vermemekte tüm doğanın dengesini bozmaktadır. Bir yılın mevsimsiz geçmesi nasıl hayatı allak bullak ediyorsa insanın asıl görevine sahip çıkmaması da doğanın dengesini allak bullak etmektedir. Bu iddiamızın kanıtı da biraz önce zikrettiğimiz örnekte olduğu gibi vahşi âlemdeki yumuşamadan ruhumuzun haz duymasıdır. Demek ki ruhumuz merhamet etmeye ayarlı, biz onun ayarını bozuyoruz. Demek ki ruhumuz güzellikten yana biz onu çirkinleştiriyoruz… Madde hayat aracının kaportasıdır, ruh onun motoru ama biz hep bu gerçeği ya bile bile ya bilmeden kaportanın ihtişamına kapılıp ruhun enginliklerini görememiş, maddede kalmış manaya geçememişiz. Biz kaportanın motor gücüyle gittiği, hareket ettiği, işlerini yerine getirdiği gerçeğini görmemek için adeta tabiri caizse işi yokuşa sürmüşüz, bu çılgınlığımız, bilinçsizliğimiz içinde insanlıktan birazcık nasibi olanların yaratılış boylamıyla paralel hareket etmeseler bile başımıza musallat olmasına sebep olmuştur. Biz kendi sevinçlerimize sevinmek kederlerimize üzülmek varken başkalarının sevinç ve kederleriyle ilgilenme yolunu tercih etmişiz. Bu karmaşıklığımız da hayatımızı hem kendimize hem çevremize hem de kendimizden sonra gelenlere çekilmez kılmıştır.

            Sahi “temizlik imandandır.” Kutlu sözü dururken neden başkalarının temizlik konusundaki çarpık çurpuk açıklamalarına kafa yoruyoruz. Kutsal öğreti her “her insan bir dünyadır.  Derken neden o insanın yaşamının önüne engel koyma çabasına kapılıp hem kendi geleceğimizi hem de Allahın şerefli bir varlığının geleceğinin önünü kesmeye çalışıyoruz.

            İnsanı yükselten, diğer canlıları üstün kılan, o cehaleti ve zayıflığına rağmen emaneti kabul etmesinde gizlidir. Yaratan ona o emaneti kabul etme içgüdüsünü vermiş buna mukabil de onu şerefli kılmıştır. O yolun ortasındadır. Ya yaratılış sırrına uygun hareket ederek sınıf atlar, melekler mertebesine ulaşarak vaat edilen nimetlere gark olur ya da aksini yaparak vaat edilen bataklıkta boğulur.

            Yaratıcı kaplumbağanın evini sırtında taşıması için yanında göndermeseydi tilki ile hacca gitme fakrası olmayacaktı. Ya da harman yerinde paylaşım için diğer canlılar olanca hızıyla koşarken, o salına salına “sap da benim saman da” diyerek gitmeyecekti. Onun yapabildiği odur. Yaratıcı onun hızını ağır yapmış çünkü onu diğer canlılardan ayırt eden, görebildiğimiz kadarıyla en azından ev yapma telaşına girmemesidir. Diğer canlılar bir yandan sığınak diğer yandan rızık peşinde koşarken onun evi garantili ve yalnız karnını doyurma çabasındadır. Bunun için de koşmasına gerek kalmamıştır. O adeta yaradılışına paralel olarak nasıl olsa bir şekilde karnımı doyururum rehaveti içindedir.

            Her şey inancımız gereği üzerine vazife olanı yapıyor görevini yerine getiriyor. Bunların içinde yanlız insanoğlu müstesna. Güneş zamanında doğuyor dünyaya olan mesafesini koruyor zamanında batıyor. Ağaçlar ne zaman meyve vereceklerini ne zaman yaprak dökeceklerini yaratıldıkları ilk günkü gibi biliyor eksiksiz ve noksansız yerine getiriyor. Tüm yaratılmışlar insana amade, insan da yaratıcının elçisine amadedir.

            O kâinatı son elçisi Hz. Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratmıştır. İlk insan HZ. Âdem bile kendinden bilmem kaç asır sonra gelecek olan son elçinin varlığından haberdar olunca onun ümmeti olmak istemiş, onun ümmetine gıpta etmiştir. Bunca şatafatın bunca makam ve mevkiinin bir sebebi bir hikmeti vardır. İnsanın dışındaki yaratılmışlar bir misyon elçileri değillerdir. Görevleri ve sorumlulukları sınırlıdır. Elma ağacı elmasını verir görevini yerine getirir. Onun ayva olmak gibi yükselerek bir üst kategorisi ya da bal yapmak için çabalayacak bir misyonu yoktur. Aynı zamanda elma yerine erik verdiği zaman değerini kaybetmeyecektir. Kaldı ki böyle bir görevi yapacak yetenek ve yetki kendisine verilmemiştir.

            İşte insanı diğer yaratılmışlardan ayırt eden onun göklerde uçmasına ya da yerlerde sürüngenler gibi sürünmesine götüren yol, ona verilen misyonun ikmal ve ihmalinde kilitlidir. Ya o vazifeyi yapar yükselir ya da bırakır alçalır. Çünkü ona yaratıcı böyle bir vazifeyi vermiş aynı zamanda rotasını kendine bırakmıştır.

            Rahmet külfetten büyüktür. O hükümranlığını yaratılmışlar âleminde insan denilen varlık aracılığıyla sürdürmektedir. Bu gerçek insanın yaratılışının yegâne sebebidir. Çünkü ne zaman ki yaratıcı kendine sadece kulluk yapmaktan başka bir görevi olmayan yaratıklarına “ ben yeryüzünde insan diye bir canlı yaratacağım” demiş, onlar ey rabbimiz bu bizim için bir azap mı? Yoksa bizden vazgeçiyor musun, unutuyor musun, sana kullukta hata mı ettik? Dediklerinde o hayır sizin bir kusurunuz yok zira zaten siz kusur işleyecek yeteneğe sahip değilsiniz kusur işlemeyi bile bilmezsiniz demiş ve insan nesli hakkında onları bilgilendirmiştir.

            Demiştir ki “ o insanlarla hilkate uyarak sizin mertebenize ulaşacaklar, uymayarak ise rezil ve rüsvay olarak en alçak yaratıklardan daha da aşağıya ineceklerdir. Keklik dış görünüşü ve seher vaktindeki sesli zikriyle hem insana görevini hatırlatmakta hem de bu yaratılışı gereği görevini yerine getirmektedir. Teknoloji bu seviyeye gelmeden önce şafağın ve sabahın oluşunun, özellikle bulanık ve bulutlu havalarda habercisi horozlardı. Her ne kadar güneş zamanı gelince doğacak gündüzün olduğunu haber verecekse de arageçiş döneminin ilk habercileri horozlardı.

            İnsana bu misyon verilerek onun içim kâinat dizayn edilmiş ve neticesinde yaratılış boylamı ve enlemine göre de bir sonucun beklediği haber verilmiştir. Yaratıcı bir yandan insanın içine kul olma bilincini yerleştirirken onun aslını “nisyan” unutkan olma kökünden türettiği için de, içine attığı duyguyla bırakmayarak ona elçiler, yol göstericiler, haberciler, kitaplar göndermiş, cüssesi ve görüntüsü itibariyle birçok canlıyla kıyaslandığında fiziken de güçsüz olduğu görünen insanın yaratılışın ipine sarılmaktan başka, kendini yukarlara taşıyacak hiçbir beceriye sahip olmamaktadır.

            Yaratıcı insanın misyonunu hatırlaması için kendilerinin sadece kitap, elçi gönderilmekle kalmamış o elçilere öyle meziyetler vermiş, onları öylesine şoke ederek kendilerine getirmiş ki bu gerçek bile insanın zaman zaman görevinin bilincinde olmasına yetmemiştir. Yaratıcı elçisini çağın teknolojisinin bile cevap veremeyeceği donatılarla donatmış, inkârcıların tüm savlarını yerle bir etmek için denizi ikiye ayırmış ateşi gül bahçesine çevirmiştir.

            Çocuk dünyaya geldiği ilk günden itibaren bu misyonun bilincindedir ama onun içinde bulunduğu toplum, yolunu sapıtmasına, gerçekten uzaklaşmasına vesile olmuştur. İnsanın yaratılışındaki yüzeysel gerçekler, eşlerin bir araya gelmesi ve çiftleşmesinden dünyaya yeni insanların geldiği, söylemi suya düşünce Meryem'in tek başına hamile kalıp İsa'yı dünyaya getirmesiyle, çamur atmada mahir olan inkârcıların inkârı ve ayıplaması ayyuka çıktı, çocuğun konuşma yaşı da bilgisi de yaratıcı tarafından öne alındı.

            Sen Hakk’a varmakta atlayamazken eşik, gerçeği bir kez daha inkârcıların suratına vurmak için  “Ben Allah’ın elçisiyim deyiverdi çocuk içinde BEŞİK.”