Tapu mevzuatından kaldırılan mütekabiliyet ilkesi ile köyünüzün hangi ecnebiye satıldığından bile habersizsiniz.Mahallî idarelere verilen yeni nizamla (nizamsızlık mı deseydik?) birlikte eşgüdüm halinde bütün mevzuat değiştiriliyor. Eski mevzuata göre Papua Yeni Gine, Türk vatandaşlarına arazi satma kısıtlaması getirmiş ise biz de Papua Yeni Gineliye kısıtlama getiriyor idik. Buna tapu mevzuatında “mütekabiliyet ilkesi” deniliyor. 3 Mayıs 2012'de kabul edilen 6302 Sayılı Kanun ile mütekabiliyet kaldırıldı. Yani Dünyanın bilmem kaç çeşit ülke vatandaşından herhangi birisi Türkiye'de istediği yerden arsa, tarla, bağ, bahçe, ev vs. satın alabilir. Ancak bir Türk onun ülkesine gidince kısıtlama ile karşılaşacaktır.

Bu kanundan iki sene sonra, 2 Mart 2014'te Türk Ceza Kanunu'nun 122. maddesi şu şekilde değiştirildi:
“Dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığından kaynaklanan nefret nedeniyle;
a) Bir kişiye kamuya arz edilmiş olan bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya kiraya verilmesini,
b) Bir kişinin kamuya arz edilmiş belli bir hizmetten yararlanmasını,
c) Bir kişinin işe alınmasını,
d) Bir kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yani, köyünüzdeki komşunuzun evini, bahçesini bir Yahudi'ye, Ermeni'ye veya homoseksüele satmasına karşı çıkıp engel olmaya çalıştınız. Veya muhtarı olduğunuz köyde (artık o bir mahalledir) “Bu köyde gâvura arsa yok kardeşim!” dediniz. Bu kanuna göre bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile yargılanacaksınız.Görüldüğü üzere köydeki bağ, bahçenin ecnebiye satılması önündeki engeller kaldırıldığı gibi “satmam, sattırmam” diyene de ceza veriliyor. Yola devam... Topyekûn kalkındırma devam edecek; yakında kızını gâvura vermeyene de ceza gelirse hiç şaşırmayın.

Başkanlık Sistemi ve Yeni Anayasa meselesi Türkiye'nin topyekûn kalkındırılması meseleleri ile irtibatlı olarak yürüyor.  Yeni büyükşehir (bütünşehir) mevzuatı ile ağacın kökle (köyle) irtibatının kesilmesi amaçlanıyordu. Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemi ile köksüz kalan gövdenin marangozhanede tıraşlanması ve kerestesinden “şık mobilyalar” üretilmesi amaçlanıyor. 

Cumhuriyet sonrası idarenin tümüyle hakir görüldüğü bir propagandayla zihinlerimiz kanırtılmış durumda. AKP kullanılarak dökülen İslamsı sos, milletin önüne konan nanenin vasfını farketmesine mani oluyor. %70'lerde seyreden, 'sağ seçmen' denen kitle kendini başına gelen her türlü değişikliği hayra yorma külfeti altında hissediyor.   Şayet öyle olsa idi köy hayatımız imha edilir miydi? Evin namusu, sokağın namusu, mahallenin namusu mefhumları 5-10 sene gibi kısa bir sürede buharlaştırılabilir miydi? Yeni Türkiyecilerin ortadan kaldırmak istediği izler; Kemalist Türkiye'nin izleri değil, kadimden beri Türkiye'de var olan, gavurun diş geçirmesine mani olucu, bize mahsus hayat işleyişinin son izleridir. Bunun en bariz işareti, köylerimizin/köklerimizin, mahallelerimizin imha ediliyor olmasıdır.

Memleketin ücra köşelerinde ne tür nane yiyeceği bilinmeyen 'uluslararası partneri olan' firmaların köylerimizde ne yapacağını henüz tahmin bile edemiyoruz. Ancak şu muhakkak ki eski köy kanunu yürürlükte olduğu sürece o herzeleri yiyemeyeceklerini biliyorlardı ki köyleri imha eden yeni kanunu geçirttiler.

Başkanlık Sistemi'ni millete kabul ettirmek için müracaat edilen söylemlerden birisi de şu: Türkiye'de sağ seçmenin oy oranı %70'lerde dolaşıyor. Ancak buna rağmen bir türlü  "Kemalist Türkiye"den kalan bazı unsurlar bunların gerçek manada iktidar olmasına mani oluyor. Bu maniayı ortadan kaldırmanın en kestirme yolu sağ seçmenin oy vereceği bir başkana çok güçlü yetkiler verilmesi ve böylece milletin gerçek iktidarının yolunun açılacağı numarasıdır. Maalesef millet bu sahtekâr gerekçeyi yutacak hale getirildi. Millet siyaset yapmasına izin verilen bütün aktörlerin demokrasi-insan hakları-serbest piyasa teslisine tam bir inançla ve sadakatle hizmet ettiğini fark edecek uyanıklıktan uzaklaştırıldı. Eski'den siyaset yapmasına izin verilen aktörler memleket meselelerinde bir birlerinden temel bazı farklılıkları savunur veya en azından öyle görünürdü. Mesela Avrupa Ortak Pazarı meselesinde siyasi aktörler birbirlerinden farklı şeyleri dile getirebiliyorlardı. Özelleştirme konusunda da farklı sesler çıkabiliyordu. Ancak bugün siyasi partiler arasında siyasi manada hiçbir farklılığın kalmadığı sadece halka yutturulacak olan idare-i maslahatın tarzı hususunda bir tartışma yaşandığını fark etmemek için sarhoş veya çocuk olmak lazım. "Çözüm Süreci", NATO, “ABD'nin stratejik ortağı olmak”, "Dayan Yorgo biz geliyoruz", "herkesin eşit şekilde yaşadığı barış içinde bir Türkiye" mavracılığı, kadın ve çocuk hakları, vesaire gibi daha birçok mevzuda da durumun aynı minvalde olduğunu hatırlayınız. Türkiye'de sağcı, solcu, İslamcı, milliyetçi diye bir birinden ayırt edilebilir bir siyasi yönelimin kalmadığını göz önüne aldığımızda başkanlık sistemi lehine söylenen bu argümanın seksenlerden öncesine ait demode bir argüman olduğu gayet açıktır. 

1 Mart 2003 tezkeresi öyle fevkalade bir zafer değildi elbet. Ancak o tezkere geçmese idi Türkiye'nin tâ o zamanlar ne hale geleceğini bugün anlamayan kalmadı. Acaba o gün başkanlık sistemi Türkiye'de cari olsaydı böyle bir meclis tezkeresine gerek kalacak mıydı? Tabi ki de hayır. Memleketin kaderi vakıadan 3-5 sene sonra "kandırıldım" mazeretine sarılacak olan "Mister President"imizin iki dudağı arasında olacaktı. Bugünün dünyasında, bütün dünyada tek tip bir güce hizmet eden medya ve iletişimi teknikleri ile siyasi aktörleri yönlendirmek tabi ki imkânsız değil, ancak yorucu. Dışarıya asker göndereceksin: TBMM tezkeresi. Alt tarafı bir savaş ilan edeceksin: TBMM tezkeresi. Gavur askerlerini Türkiye'de konuşlandıracaksın: TMBB tezkeresi. Konuşlandırmaktan geçtik, geçişine müsaade vereceksin: TBMM tezkeresi... Her defasında bir sürü prosedür, konuşmalar, önergeler, gündeme almalar, gündem dışı konuşmalar, konunun kamuoyunda istenmeyecek kadar zaman işgal etmesi. Parti içi dengeler, meclis aritmetiği, yerel dinamiklerin mecliste milletvekillerine birebir temas etmesi, tamamen kontrol altına alınamamış bazı basın organları, mahalli basın vs... Bütün bu aktör ve mecraların aynı gaye için kısa bir sürede maniple edilmesi her defasında gavurları hem yoruyor hem de canlarını sıkıyor anlaşılan.İşi tek elden, tek muhatapla, tek mekanizma ile halledip yola daha hızlı devam edilebilecek iken çok bilinmeyenli, birçok formülü aynı anda hesaplama zorluğuna niçin girilsin? Mister President ve adamlarını hallettin mi gerisi hikâye...

(Devam Edecek)