Katlanamıyorum. "Hâk" için savaşanın haksızlığa uğraması yakıyor içimi. Diğer mânâsıyla da katlanamıyorum. Çünkü bir eşya olmadığımın, katlanarak her duruma boyun eğmektense insan olarak sağlam bir duruşa sahip olmam gerektiğinin farkındayım. Ve biliyorum ki benim duruşum "Hâk" için olmalı, "Hâk" için duranın tam da yanında olmalı.

Osmanlı Devleti'nin en zor zamanlarında tahta çıkmış, 33 yıllık hükümdarlığı süresince inanılmaz zekâsı ve başarılarıyla devletin ömrüne ömür katmış, İslam'a ve vatana ettiği hizmet ve sergilediği duruş ile tüm dünyaya Osmanlı'nın ihtişamını bir kez daha kanıtlamış olan bir serdâra, Abdülhamid Han'a, borç bilirim ben vefâyı. Ve bu vefâ gurur verir bana. Zirâ, vefâ çok zor duygudur; nankörlüğün böylesine revaçta olduğu bir zamanda.

Kendi yaptırdığı okullarda "Kızıl Sultan" olarak anılan bir sultanın hüznüdür hüznüm.

Devlet ve hilafet mührünü bir kez olsun abdestsiz basmamış olan bir hükümdârı "dinsizlikle" suçlayarak tahttan indirenlerin sapık ideolojilerinedir savaşım.

Yurdun dört bir yanına kilometrelerce demir yolu döşeten, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in mübarek ruhlarını rahatsız etmemek düşüncesiyle Medine'deki rayları keçe ile kaplatan ve bu rayları gül suyu ile yıkatan bir hâkânı "Hain Halife" diye adlandıranlara helal değildir hakkım.

Yunanlıların Türkler arasında toplu katliamlar yapmaları üzerine Yunanistan'a harp ilan edip Alman kurmaylarının 6 ayda aşılamaz dedikleri Termopil Geçidi'ni 24 saatte aşan aziz Osmanlı ordusunun aziz serdârına "Hasta Adam" diyecek kadar hastalanmış beyinlerin zavallılığınadır hayretim.

Kendisine Filistin'de bir Yahudi Devleti kurma teklifi getirildiğinde "Ben bir karış dahi toprak satamam, zira o bana değil halkıma aittir. Onlar bu imparatorluğu kurup kanlarıyla mahsuldar kıldılar. Onu, bizden koparılmadan önce kanımızla üzerini bir kere daha kaplamayı biliriz." diyerek zulmü reddeden bu ulu zâta "Zalim" sıfatını yakıştıranların zulmünedir nefretim.

Beş dil bilen, hat ve musiki eğitimi alan, jimnastiğe merak salan, çok iyi kılıç kullanan, ustaca ata binen, devleti yönetirken aynı zamanda marangozluğu zanaat edinen aydın bir padişahı kapkaranlık sayfalara hapseden sözde tarih kitaplarına ve sahtekar müelliflerinedir kalbimde öfkeyle güttüğüm inanılmaz buğuz.

Günün büyük bir kısmını kitap okumaya ayıran, yabancı dillerden özel olarak tercüme ettirilip telif hakkı ödenen eserler, romanlar, hikayeler, seyahatnameler gibi binlerce eseri Yıldız Sarayı'ndaki kütüphanesinde bir araya getiren bilge bir şahsiyetin kütüphanesini yakan şahsiyetsizler yüzündendir içimdeki yangın.

Ve ben Abdulhamid Han'ın cenazesi taşınırken atılan "Allahuekber" sedalarıyım.

Ben cennet mekan bir sultanın ebedi âleme göçünü ellerimde mendil, gözlerimde yaş seyreden o kadınım.

Ben "Babamız! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslenen o adamın feryâdıyım.

Ben, bana dayatılan yalan bir tarihe, bu millete özünü unutturmak isteyen alçaklara ve üzeri örtülen gerçeklere rağmen doğrulup Serdâr-ı Hâkân Cennet Mekan Abdulhamid Han'ın devrine yüzümde derin bir tebessüm ve kalbimde derin bir muhabbetle şahit olanlardanım.