“Hacı, her cuma seni burada görüyorum. Elinde çantayla ne iş yapıyorsun?” diye soran delikanlıya şöyle bir baktı ve...

Rahmetli babasının manifatura satmaya geldiği zamanlardan beri bilirdi buraları. Kendisi de daha on beş yaşındayken bir kış günü emmisi ile birlikte geldikleri Kulu’nun Ankara yoluna bakan bir köyünde bahar gelene kadar kap kalaylamışlar, boş kaldıkça yoldan geçen otobüslere bakıp onlardan birisinden sonraları eski garaj olarak anılacak günün otogarında ineceği günü hayal edip durduğunu anlatacaktı sonraları.

Yıllar yılları kovalamış, işler gelişmiş sistem değişmişti. Biraz pazarlama, tahsilat bahanesi ile biraz da haftada bir olsa da dükkandan çıkmış olmak, eski dostlar ile muhabbet etmek faslından Kulu, Cihanbeyli’ye gidip geliyordu.


Ta eskilerden beridir birçok ilçede olduğu gibi Kulu’da da pazar kurulur köyden kasabadan o gün ilçeye gelenler ile bir başka kalabalık yaşanır, normal ticaret de bu kalabalıktan nasibini alırdı. İşte böyle bir cuma günü gene Kulu’ya gelmiş ve işlerine bakıyordu Zeki Dayı. “Ne iş yapıyorsun?“ diye soran genci hemen tanıdı. Eski müşterilerinden birisinin oğluydu ve babasının elinden tutup dükkanına geldiği zamanları, çocukluğunu biliyordu ama delikanlı baba dostunu tanıyamamıştı. Bond çantasına rağmen yaş itibarıyla da pazarlamacı olduğunun tahmini biraz zordu.

ON BARDAK SUYA ETLEKMEK                                                                           

“On bardak su içene etlekmek söyleyeceğim.” dedi bakırcı ustasının yeğeni olan kalfa. Gevraki Hanı’nda bakır levhaları çekiçleyip bardak, güğüm yapan, usta olma yolunda ter döken çıraklara, diğer kalfalar bu çok cazip teklife balıklama atlamışlardı. Öyle ya ustanın öğle yemekleri için verdiği yirmi beş kuruş, çeyrek ekmek ile helva veya zeytine ancak yetiyordu. Hele içlerinden üvey ana elinde doğru dürüst karnı doymayan iri cüsseli olanı yarım ekmek ile ancak doyduğundan katıkçının bedava verdiği tuza ekmek basarak ancak doyuyordu. İçlerinden sadece bir tanesi on bardak suyu içebildi midesi dolup taşarcasına.


 

Tahta merdivenli Necatibey Mektebi’nde ilk okulu bitirir bitirmez hemşehrilerinden sanatkarlığı ile nam salmış bakırcı Hasan Usta’nın yanında çırak olma şansını elde etmiş ve solak kullandığı çekici her kaldırıp indirişinde ateşi harlandıran, körüğü her asılışında çalışkanlığı ile göze batan biri vardı. Şımarık yeğen kalfa “Tamam iddiayı kazandın, etlekmeği söylüyorum.” deyince çalışkan çırak hemen itiraz etti. “Dur bakalım.” dedi. “Baş aşağı sallansam su dökülecek yere. Şimdi nasıl yiyeceğiz yarın söylersin.” deyince ertesi gün etlekmek vaadi yerine getirildi.


 

Çırak, usta olduktan sonra kendi dükkanını açtı, askere gitti geldi, evlendi, çoluk çocuk sahibi oldu. O yıllarda Zindankale’de kurulan Muhacir Pazarı’nda zeytin, pirinç sattı kardeşleriyle. Öğretmen Evleri’nde bakkal dükkanı açtılar; temiz bir iş olsun diyerek. Bakırcılığı bırakıp Aziziye Camisi’nin kıble tarafında attarlığa başladılar derken yıllar yılları kovaladı. “Allah çalışana verir.” cümlesinden çalıştıkça kazandı kazandıkça çalıştı ama laf açıldığında bir hatıra olarak bu olayı hep anlatsa da bir etlekmek için on bardak su içmek zorunda kalışını hiç unutmamıştı.


 

Yıllar sonra vefatından birkaç zaman önce çarşıda bir eski dost züccaciyecinin dükkanında denk geliverdi zamanın şımarık kalfası. Hal hatır sordular birbirlerine. Kalfa bir devlet dairesinden emekli olmuştu. “Vakit geçirmek için her gün dolmuşa binip çarşıya geliyorum, dükkanda bir iki bardak çay içip Aziziye, Kapı Camileri’nde öğle namazını kılıp geri eve gidiyorum” dedi. Dünün çırağı, bugünün tüccarı: “Şimdi canına okuyacağım işte! İntikam saati geldi.” dercesine gürledi. “Yav arkadaş her gün her gün sen bu dükkanı niye meşgul ediyorsun! Müşteri gelir paralı parasız. Borcu olan gelir ödemeye. Sana devletten aylık, milletten sağlık! Esnaf dükkanında sivri sinek bile yük olur. Meşgul etme bir daha burayı” deyiverdi.


 

Adamcağız neye uğradığını şaşırmış bir şekilde başından aşağı on bardak kaynar su dökülmüşçesine kalktı gitti dükkandan. Daha kapıdan çıkar çıkmaz dükkan sahibi: “Hay Allah razı olsun Zeki Dayı!” dedi. “Benim yapmak isteyip yapamadığımı sen yaptın.”


 

Ona da anlattı çıraklık günlerinde yaşadıkları hikayeyi ve haydi dedi: “Bolu Lokantası’na etliekmek yemeye gidelim, dükkana kalfa baksın biz gelene kadar.”


“Sünnetçiyim!” dedi. Pazar yerinde sünnet yaparım, her hafta gelirim daha önce beni görmedin hiç herhalde. Ben seni tanıyor gibiyim ama çıkaramadım diyerek bir de pas attı. Pası almak nerde burnu bir karış havalardaydı karşısındakinin! “İyi o zaman yaz geliyor, bizim İsveçliler de gelmeye başlar yakında. Çok sünnet yapılır köyde, birkaç kartını verirsen seni arayalım. Şöyle bir elini cebine atar gibi yaptı: “Kartım kalmamış, haftaya bu saatte burada buluşalım o zaman vereyim” diye cevap verdi.


Tesadüf o pazar bir ahbabın torunu sünnet olacaktı. Hayırlı olsun ziyareti esnasında sünnetçiden kart istedi başına talih kuşu kondu diyerek ve aldığı kartvizitleri bir hafta sonra aynı anda aynı yerde buluştuğu delikanlıya verdi. “Bak bakalım.”dedi. “İyi bak bana; sen beni tanıyamadım amma ben senin baba dostunum.”


Evet delikanlı nihayet hatırlamıştı rahmetli babasının dostu büyüğünü... Sırtından ter boşandı, mahcup oldu; ama iş işten geçmişti!