Her yönüyle toplumsal bir çöküşe doğru gidiyoruz maalesef. Son 30 yıldaki köyden şehre doğru olan göç Anadolu’muzu ve köyleri harabe yerleşim yerleri haline dönüştürdü. Araziler ekilip dikilmiyor. Sebze meyve ve tahıl üretimleri belli sayıda profesyonellerin eline düştü, düşmek üzere. Onlar da fiyatları ve üretim ve pazar kotlarını istedikleri gibi ayarlama imkânlarına sahip oldular, oluyorlar. Anormal fiyat artışlarının en başta gelen nedeni budur.

Eskiden köylerde yaşayan aileler hem kendi kışlık ihtiyaçlarını karşılar hem de şehirlerde yaşayan akrabalarının ihtiyaçlarını temin ederlerdi. Şimdi bu gelenekler de yok oldu gitti. Hangi köye varsanız, boş arazilerle karşılaşıyorsunuz.

Bizim nesil, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımızda okuduğumuz kitaplardan; “şehirlerde yaşayanların yaz tatillerinde köylere dedelerinin, babaannelerinin, anneannelerinin yanına gittiklerini, kırlarda, çayırlıklarda, çimenliklerde oyunlar oynadıklarını, papatya topladıklarını, gelincikler içinde resim çektirdiklerini, eşeklere binip eğlendiklerini” okurduk. Şimdi ise köylerde o neslin tükendiğini, yanlarına gidecek kimselerin kalmadığını, şehirlerde oturanların çocuklarının köyle ilgili bir anılarının bulunmadığını, onları oralara çekecek hiçbir nedenin artık var olmadığını biliyoruz.

Bu hal bilinçli bir hal midir, yoksa kurulan düzenin bir parçası mıdır, bilinmez. Osmanlı Devleti; Anadolu’daki dağları yaylaları yalnız başına bırakmamak için oralara göçebe halindeki halkı yerleştirip, toprağı işlemesi için teşvik olsun diye de vergi almazmış ve askerlikten de muaf tutarmış. Şehirlere her isteyen kafasının estiği gibi gelip yerleşemezmiş.

Aile yapısı büyük değişiklere uğradı. Dikey yapılaşmanın doğal sonucu olarak komşuluklar yok oldu. Kapı bir komşusunun ölüm haberini bile aylar sonra duyan bir nesli ve durumu yaşıyoruz.

Günümüzde şehir hayatının getirdiği birçok olumsuzluk var. Bunların en önemlisi de kendilerini dünyaya getirip, besleyip büyüten ebeveynlerine karşı olan sorumlulukların zayıflamasıdır. Yaşları bir hayli ilerlemiş, kendi ihtiyaçlarını göremeyecek durumda olan anne balarını, dede ve ninelerini kendi kaderlerine terk edip hayatın acımasızlığı içinde bir başlarına bırakıvermişlerdir. 

 “Bir baba ve anne, on evladını gönlüne ve evine sığdırmış ama on evlat bir baba ve annesini evlerinin bir köşesine sığdıramamışlar” sözünün gerçekliği ciğerimize kurşun gibi saplanmalıdır aslında.

Yağmurlu bir günde dede, oğul ve torun yola koyulurlar. Köyün üç kilometre kadar uzağında bulunan yayladaki sık ormanlarla kaplı kulübenin önünde dururlar. Derme çatma kulübenin sobasını yakarlar. Beraberlerinde getirdikleri yiyecekleri ve dedeyi kulübe de bırakıp baba ve oğul geri dönmek için yola koyulurlar.

Çocuk babasına sorar. “Baba dedemi neden burada bıraktık, dedem artık burada mı yaşayacak?” diye sorar. Baba da “evet oğlum deden artık bu kulübede yaşayacak” diye cevap verir.

Çocuk tekrar sorar. “Pekâlâ, ben de büyüyünce seni bu kulübeye mi getirip bırakacağım?” deyip kapağı yapıştırıverir babasının yüzüne.

Günümüz “Türk Aile Yapısının” geldiği nokta maalesef bu noktadan daha ötededir.

Allah sonumuzu hayreyleye.