Gözlerim kapalı… Dünyanın görünmeyen yüzü ile karşı karşıyayım. Hayatın içinden farklı bir yaşama süzülüyor ruhum…

Sırtıma yüklendim yüreğimi… Bir kaplumbağa edasıyla yavaş, sık, evi yüreğinde, ayakları nereye götürürse… Siması parlak, ay gibi karanlığın içinde kendini belli eden… 

Biraz da çocukluğumuzun sokaklarında geziniyorum. Zaman her şeyi değiştiriyor. En temiz anılar, hatıra defterini yazarken ilk kaleme alınan cümle gibi; kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığı için teşekkür ile başlayan… 

Bir zamanların yolları çamurlu, bahçeler içinde hanımeli kokan, sarmaşık gülleri, kasımpatıları şimdi eskisi gibi güzel kokmuyor bile… Yabancı bir koku var üzerlerinde… 

Müstakil evlerde kapı önü sohbetleri, sokak aralarındaki özgür çocuklar… Şu zamanlarda geçmişten hiçbir şey kalmamış gibi… Hadi eşyaların zamanla değersizleştiğini bir nebze anlıyorum da; ya insanlar?..

İyileşiyor muyum, alışıyor muyum ben de bilmiyorum. Kendimi anlamaktan, anlatmaktan vazgeçeli çok zaman oldu. Oysa bir zamanlar ailemden uzakta bir yurtta kalırken, yemekhane kapısından bahçeye kaçıp çimlerin üzerine sırt üstü uzanarak, elimdeki elmadan küçük ısırıklar ala ala gökteki yıldızlara anlatırdım kendimi… Yanı başımdaki ‘ben’i bırakıp, çoook uzaklardaki o küçük pırıltılarla dertleşirdim. 

Dilime bir melodi hâkim olurdu. Ne demek istediğini düşünmeden kendimi ona kaptırarak mırıldanmaya başlardım; “Yanmam, gönlüm yansa da… Ecel beni alsa da… Gözlerim kapansa da… Yıldızların altında…” 

Kördüğüm duygularım, kendimi bile çözemiyorum. O zamanlar, gönlüm yansa da yanmayacağımı kâinata duyururken, şimdilerde göz pınarlarımın yanması ruhumun alev almasına neden oluyor. Bu ne âmân çelişki!

Hüzün ekiyorum gün toprağına… Biçtiğim ise hep hayal kırıklığı oluyor. Ellerimde kayıp zamanlar… Kirpiklerimden dökülüyor onca umutlar… Oysa uğur böceğinin uğuruna inanan, çamurdan yapılmış tabaklarla kedilere yemekler yapan, en sıcak yaz günlerini arkadaşlarınla yaptığın su savaşlarıyla serinleten çocuklardık. Ne de çabuk büyüdük. 

Kimseyi kırıp, incitmedik. Hayatın oyunlarına karşı, oyun oynamayı becermiştik de... Sevgiden saygıdan yana kusur etmedik. Masum, ön yargısız herkese gönlümüzü açtık. Hani o ağzı var, dili yok dedikleri çocuklar var ya, hah işte onlar bizlerdik. Ağzımız vardı; kelimelerimizle hayalleri konuşturduğumuz ama dilimiz yoktu işte…

Hani bir tabir vardır; “gök görmedik” diye, bu tamlamabelki de bizi anlatıyordu. Çünkü biz her şeyi sonradan gördük. Bizim önümüze bir anda serilmedi olan biten. Hep bir sıfır yenik başladık (belki de galip!) hayata… 

Nazım Hikmet’ten gelsin bunun tanımı; “Ben bir şaşkın seyirciyim gülüm, alaca karanlığımda oynadığım dramım…”

İnsan alışıyor bir yerden sonra… Anılarının, çocukluğunun olmayışına… Buna da olgunlaşma diyoruz sanırım. Sessizce kabulleniyoruz işte olanı biteni. Hataları, hayallerin azalmasını, umutların solmasını… Belki de olgunlaştıkça yalnızlığı seçiyoruz. 

Hep büyük, güçlü ve dik olma çabası yoruyor. Bu yüzden yalnızlığın kuytu köşelerinde çocuklar gibi ağlıyoruz, küsüyoruz kendi kendimize… O güzel anılar ise; bize gökyüzünden parlak, ışıl ışıl göz kırpmakla kalıyor. 

Hey gidi dünler hey…