Ayetel Kürsi Bakara suresinin 255. ayetinde yer almaktadır. İçinde Allah’ın kürsüsü zikredildiği için “Ayetel kürsi” adıyla anılan bu ayet hem muhtevası hem de üstün özellikleri sebebiyle dikkat çekmiş, hakkında hadisler varit olmuş, çok okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelimeyi şehadet ve İhlas sureleri nasıl İslam inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Teala’yı tanıtıyorsa Ayetel Kürsi de onlardan daha geniş ve detaylı olarak bu özelliği taşımaktadır. Bakara suresi Mushafta ikinci, nüzul sıralamasında 87. suredir, Medine’de nazil olmuştur. Kuranın en uzun suresidir. Tamamının bir nüzul sebebi olmamakla birlikte birçok ayeti için özel iniş sebepleri vardır. O ayetler açıklanırken nüzul sebepleri hakkında da bilgi verilecektir. Müşrikler, tevhid inancını bir kenara bırakarak putlara tapıyor ve onların kendilerine şefaatçi olacaklarına inanıyor, Allah Teala’ya inandıklarını söylemekle birlikte, Onun uluhiyetine ait sıfatlarını inkar ediyorlardı. Mekke devrinde tevhid inancını ispat eden pek çok ayeti kerime nazil olmuşsa da Ayetel Kürsi, Medine döneminin ilk yıllarında, Allah Teala’ya inanç konusundaki doğru itikadı adeta bir deklarasyon şeklinde beyan etmek ve Mekke’de inmiş olan tevhid ayetlerinin ortak manasını özetlemek üzere indirildi.

Kur’anı Kerim, Peygamber Efendimiz’e 23 yılda parça parça indirilmiş, her inen ayet-i kerime Peygamber Efendimiz tarafından vahiy katiplerine yazdırılmıştır. Tefsir kitaplarımızda kaydedildiğine göre bu ayeti kerime indiğinde Peygamber Efendimiz, vahiy katiplerinin başında gelen Zeyd bin Sabit’i çağırarak bu ayeti kerimeyi yazdırmıştır. Hazreti Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye den aktarıldığına göre bu ayeti kerime indiğinde yeryüzünde birtakım olağanüstü haller yaşanmış, dünyada bulunan putlar yere düşmüş, krallar da dengelerini kaybederek taçlarını düşürmüşlerdir. Ayetel kürsi namaz içinde sure şeklinde okunduğu gibi, namazda tesbihden önce de okunur. Aynı zamanda bu ayeti namaz dışında dua olarak ihlas suresi, nas suresi ve felak sureleri ile birlikte okumanın da iyi olduğu söylenmektedir. Kuranın Şerefesi Ayetel Kürsi'dir Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdular: "Her şeyin bir şerefi var. Kur'an-ı Kerim'in şerefesi de Bakara suresidir. Bu surede bir ayet vardır ki, Kur'an ayetlerinin efendisidir.Hangi Ayet Daha Büyük? Übey İbnu Kab (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (S.A.V.) bana: "Ey Ebul Münzir, Allah'ın Kitabından ezberinde bulunan hangi ayetin daha büyük olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Ben: "O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, O, Hayy'dır, Kayyum'dur (yani diridir her şeye kıyam sağlayandır" (Bakara, 225) ki buna Ayetül Kürsi denir dedim. Göğsüme vurdu ve: "İlim sana mübarek olsun ey Ebu'l-Münzir!" dedi.Okuyanı Muhafaza Eder Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (S.A.V.) buyurdular ki: "Her kim akşam olunca Ha-mim el-Mümin süresini baştan, 3. (dahil) ayetine kadar ve Ayetel Kürsiyi okuyacak olursa bu iki Kur'an kıraati sayesinde sabaha kadar muhafaza olunur. Kim de aynı şeyleri sabahleyin okursa onlar sayesinde akşama kadar muhafaza edilirler.

Kur'anın En Faziletli Ayeti Muhammed b. İsa'dan nakledildiğine göre İbnü'l Aska' şöyle der: "Adamın biri Hz. Peygamber'e gelip, 'Kur'anın en faziletli ayeti hangisidir?' diye sordu. Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: Allahu Lailahe illa huvel Hayyul Kayyûm... Başka bir hadisi şerifte şu şekilde geçmektedir: "Kur'an'ın en faziletli ayeti Bakara suresindeki Ayetül kürsidir. Bu ayet bir evde okunduğu zaman şeytan oradan uzaklaşır. İçinde Allah’ın kürsüsü zikredildiği için “Ayetül kürsi” adıyla anılan bu ayet hem muhtevası hem de üstün özellikleri sebebiyle dikkat çekmiş, hakkında hadisler varit olmuş, çok okunmuş, şifa ve korunmaya vesile kılınmıştır. Kelimei şehadet ve İhlas sureleri nasıl İslam inancının özünü ihtiva ediyor ve insanlara Allah Tealayı tanıtıyorsa Ayetel Kürsi de onlardan daha geniş ve detaylı olarak bu özelliği taşımaktadır. Bir önceki ayette peygamberlerin getirdiği bunca ayet ve “beyyine”ye (imana götüren işaret ve delil) rağmen insanların ihtilafa düştükleri, kiminin küfrü kiminin imanı tercih ettiği zikredilmişti. İnsanı imana götüren deliller, aklını kullanarak üzerinde düşüneceği “kendisinde ve yakından uzağa çevresinde (enfüs ve afak)”, peygamberleri desteklemek üzere Allahın onlara lutfettiği mucizelerde ve vahiy yoluyla yapılan “sağlam delillere dayalı sözlü açıklamalar”da görülmektedir. Bu ayet gerçek mabudu arayanlar için eşsiz ve başka hiçbir kaynaktan elde edilemez bir açıklamadır, delildir. Şevkani’nin Buhari, Müslim, Nesai, Ahmed b. Hanbel gibi sahih kaynaklardan derlediği hadislerden birkaçı bile bu ayetin önemi hakkında bir fikir edinmeye yetecektir: Hz. Peygamber, Übey b. Kaba “Allah’ın kitabından hangi ayet en büyüğüdür” diye sorup “Âyetel kürsi’dir” cevabını alınca onu tebrik etmiştir. Yine Übey’in hurmasına şeytana tabi bir cin musallat olmuş; vermeyi, dağıtmayı seven Übey’i bundan vazgeçirmek üzere hurmayı aşırmaya başlamıştı. Übey mahluku takip ederek yakaladı. Garip bir şekli vardı. Onunla konuşunca kimliğini ve maksadını anladı. Kendilerinden nasıl kurtulabileceğini sorunca “Bakara suresindeki kürsü ayeti ile” dedi ve ekledi: “Onu akşamda okuyan sabaha kadar, sabahta okuyan akşama kadar bizden korunmuş olur.” Sabah olunca Übey durumu Hz. Peygamber’e aktardı. Resulullah, “Habis doğru söylemiş” buyurdu. Buhari’de de Ebu Hüreyre den naklen yukarıdakine yakın bir rivayet vardır. Hz. Peygamber’e hadiseyi anlatınca şeytan olduğunu öğrendiği hırsız Ebu Hüreyre ye şöyle demiştir: “Yatağına yatınca Ayetel kürsiyi oku, devamlı olarak Allah’tan bir koruyucun olacak ve sabaha kadar sana şeytan yaklaşamayacaktır.” Allah varlığı ezeli, ebedi, zaruri ve kendinden olan, her şeyi yaratan, her şeyin maliki ve mukadderatının hakimi, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan... yüce mevlanın öz ismidir. Bu öz isim zikredildikten sonra hem O’nun vahdaniyeti (birliği, tekliği) hem de İslam’ın getirdiği imanın tevhid (Allah’ı birleme, bir bilme) özelliği açıklanmak üzere “O’ndan başka ilah yoktur” buyurulmuştur.Müşrikler elleriyle yaptıkları putlara tapmakta idiler. Bunlar cansız eşyadan yapılırdı. Canı bile olmayan varlığın ilah olamayacağını ifade etmek üzere hemen arkasından “O diridir” buyurulmuştur. Evet Allah diridir, O’nun hayat sıfatı vardır ve tıpkı diğer isimleri ve sıfatları gibi bunun da mahiyetini ancak kendisi bilmektedir.

Gerek Araplar’daki gerekse diğer kavimlerdeki müşriklerin çoğu büyük bir Allah’a inanmakla beraber bunun yanında her birine bir işlev tanıdıkları  sözde tanrılara inanmışlardır. Bu inanç tevhide aykırıdır. Tevhidi açıklayarak başlayan ayet, Allah Teala’nın “kayyum” sıfatını zikrederek “küçük, aracı, özel görevli... tanrılar”a gerek bulunmadığını ifade etmektedir. Çünkü kayyum, “bütün varlıkları görüp gözeten, yöneten, bir an bile onları bilgi ve ilgisi dışında tutmayan” demektir. “Onu ne uyku basar ne uyur” cümlesi, hay ve kayyum sıfatlarını pekiştirmekte ve biraz daha anlaşılmasını sağlamaktadır. Uyku basan veya fiilen uyuyan birinin gözetim, yönetim, koruma gibi işleri yerine getirmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın kayyumluğu kamil ve kesintisiz olduğuna, daha doğrusu kayyum sıfatı bunu ifade ettiğine göre O’nu ne uyku basar ne de uyur. Yerde ve gökte ne varsa başka hiçbir kimseye değil Ona aittir; yaratanı da gerçek sahibi de O’dur. Ayetin bu manayı ifade eden parçası “Yalnız O’na aittir” kısmıyla tevhidi öğretirken “başkasına değil” manasıyla de şirkin çeşitlerini reddetmektedir. Çünkü müşrik toplumlar varlıkları yaratılış, aidiyet ve yetki bakımlarından çeşitli tanrılar arasında paylaştırmışlar; mesela yıldız, gök, yer... tanrılarından söz etmişlerdir. “Yerde ve gökte” tabiri Arapça’da “bütün varlıklar” manasında kullanılmakta, adına yer ve gök denilmeyen veya maddi manada yere ve göğe dahil bulunmayan mekanlar ve buradaki varlıklar da bu ifadenin içine girmektedir.

Allah’a ortak koşan kafirlerin bir kısmı, bu ortakların O’na denk olduklarına değil, O’nun nezdinde reddedilemez şefaat, geri çevrilemez aracılık hakkına sahip bulunduklarına inanmakta ve putlara bu anlayış içinde tapınmaktadırlar. “Allah katında, O izin vermedikçe hiçbir kimse şefaat edemez” manasındaki cümle bu inancın asılsızlığını ortaya koymakta; şefaatin de izne bağlı bulunduğunu, O izin vermedikçe ve dilemedikçe kimsenin böyle bir yetki ve imkana sahip olamayacağını özlü ve etkili bir şekilde zihinlere yerleştirmektedir. Allah katında kendisine şefaat izni verilenlerin durumu ve yetkileri, ödül törenlerinde ödülleri vermek üzere kürsüye çağrılan şeref konuklarınınkine benzemektedir. Ödülün kime verileceğini bilen ve belirleyen onlar değildir. Ancak bu merasimi tertipleyenlere göre onlar, şerefli, saygıya layık, büyük kimseler olduklarından kendilerine böyle bir imtiyaz verilmiştir. Allah katında şefaatlerine izin verilecek olanlar da Allah’a yakın ve sevgili kullar olacaktır. Allah’tan başka bütün şuur ve bilgi sahiplerinin bilgileri sınırlıdır, doğru da yanlış da olmaya açıktır. Bu genel gerçek şefaat meselesine uygulandığında kimin şefaate layık olduğunun da ancak Allah tarafından bilineceği anlaşılır. Çünkü dış görünüşü (ma beyne eydihim) itibariyle şefaate layık görülenlerin, kullar tarafından görülemeyen ve bilinemeyen iç yüzleri (ma halfehüm) itibariyle böyle olmamaları mümkündür. Allah birdir ve yalnızca O ibadete layıktır; çünkü O’ndan başka olmuşu, olacağı, gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, görüleni, gaybı bilen yoktur.

Kürsi (kürsü), “koltuk, sandalye, taht” anlamlarına gelir. Mecazi olarak saltanat, hükümranlık, mülk manalarında da kullanılmaktadır. Allah Teala’nın üzerine oturulan maddi alet manasında kürsüsü olamayacağından bu Onun bizzat açıkladığı yüce sıfatlarına aykırı düştüğünden burada kürsüden bir başka mananın kastedilmiş olması gerekir. Esasen Kur’an’da Allah’a nisbet edilen, “Allah’ın...” denilen her şeyi, O’nun varlığına dahil veya kullandığı bir şey olarak anlamak da doğru değildir. Mesela “Allah’ın evi, Allah’ın ruhu, Allah’ın emri, Allah’ın kölesi” tamlamalarında Allah’a ait olan şeyler böyledir. Bunlar ne O’nun varlığının bir parçasıdır ne de kullandığı araçlardır; önem ve şereflerinden dolayı O’nun” diye tanımlanmışlardır. İbn Abbas’a göre kürsüden maksat ilimdir. O’nun ilmi her şeyi kaplar. Ayetin bu kısmını, “kürsüden maksat O’nun hükümranlığıdır ve buna sınır yoktur, hiçbir şey O’nun dışında kalamaz” veya “Allah semavatı, arzı, arşı Kur’an’da zikretmiş, fakat bunlardan maksadın ne olduğunu açıklamamıştır. Kürsüsü de böyle bir varlıktır, yerleri ve gökleri içine alacak kadar geniştir. Ne ve nasıl olduğunu ise ancak kendisi bilmektedir” şeklinde anlamak mümkündür. Yüce, kamil, eşsiz sıfatlarının bir kısmı ayette zikredilen yüce Allah’a, kulların sonsuz gibi gördükleri kainatı korumak, gözetmek ve yönetmek elbette güç gelmeyecek, O’nu yormayacak, meşgul bile etmeyecektir. Çünkü O yücelerden yücedir, kimse bilmez nicedir.