“At binenin, kılıç, kuşananınmış!” Bugünlerde beynimin içinde cirit atan bu söz, dünkü anladığım manadan başka bir anlama büründü.

Hele onu ne idigünü bildiğim bir ilçe belediyesi başkanının 70 model Jeep’inde görünce kelime asıl söylenenden başka manasını da peşinden sürüdü. Bana da azınlıktaki insanların yaptığı düşünme eylemimden başka hiç bir şey kalmadı…

Her ne kadar işin ehline verilmesi manasına yorumlansa da bu atasözü, ben bunun, işin kılıfına uydurmaktan başka bir mana taşımadığı kanaatindeyim.-Hele hele içinde bulunduğumuz bu günlerde- Maalesef; tembel, vurdumduymaz, nemelazımcı insanların söyledikleri gibi “atalar ne söylemişse doğru söylemiş” diyerek geçemeyeceğim. Bence atalar zamanın şartlarına göre doğru söylemiş olabilir, ama bugün bu söz elinde silah tutan bir çocuktan daha tehlikeli bir durum arzetmektedir.

Silah çocuğun ulaşabileceği yerde olmamalıdır. Ve silah elinde tutanın değil sahibinin ve onu nerde kullanacağını bilenin, ehlinin elinde olmalıdır. Silahı elinde bulunduranın, onu kullananın, mahir olduğu anlamında yorumlanmasına vesile olmamalıdır.  Bir şeyin ehli olmak o konuda yeterli derecede eğitim almak, bilgilenmek, nazari ve amelî liyakate sahip olmaktan geçer.

Aynı şekilde ‘ehil’ olmak aile olmak manası da taşımaktadır. O aile ki başında bulunan ebeveyn, yetiştirdiği neslin liyakatini gücünü, en iyi bilendir. Bu demek değildir ki her ‘ehil ’den çıkan standart ölçülerdedir. Hayır, elbette bazen hiç beklenmedik ölçülerde ve karakterde insanlar çıkacak ve o ocağın aksine düşünen, çıktığı ocağa ters düşen hatta onun imhasına dahi yeltenebilecek asi ruhlu insanlarda çıkacaktır elbet. Bu işin doğasında vardır. Mademki ilk peygamber Hz. Âdem’den dünyaya gelen Habil’le Kabil’den gelen bir kavga var, bu kavga sonsuza dek devam edecektir…

Teslimiyetçilik ancak tüm araştırmalardan ve Allah’ın ihsana bahsetmiş olduğu akıl ve ilim ölçüsünde içinden çıkılamadığı takdirde geçerlidir. Değilse kaplumbağanın yattığı yerden ‘sapta benim samanda’ teslimiyetçiliğinin hiçbir anlamı yoktur. İnanç, körü körüne teslimiyetçiliği, ilim ve irfan sahibi olmak, araştırmadan, eğriyi doğruyu ölçüp biçmeden kabul etmeyi tasvip etmez. Ayrıca inanan’ın sadece sözle değil kalple de ikrar etmesi gerekir. Aslolan da insanların duyacağı şekilde söylemek değil, yaşamak için onu özümsemektir.

Ülkemizin içinde bulunduğu bu kurtla kuzu arenasında kavga, insanlık tarihiyle başlayan kavgadan farklı gibi gözükse de aslında temelde o kavgaların biraz daha dal budak salmış şeklidir. Ağacın çok karmaşık dallı olması o ağacın meyvelimi yoksa meyvesiz mi olacağı konusunda bizi yanıltmadığı gibi bu yüzeysel gibi görünen kavgalar da biz yanıltmamalıdır. Öteden beri kavgalar için bir tek neden vardır: Üstünlük…

Aç gözlülüğün, çıkar ilişkilerinin, duymazlığın ve bil umum kötü hasletlerin ana mihveri bu esas üzerine kurulmuştur. Yaratıcının insanları, canlı ve cansız tüm varlıkları, düzenin kurucusu olarak farklı yarattığını kabul etmemekle başlayan bu kavganın tek sebebi bu sihirli sözlükte gizlidir. Yaratıcının tüm ikazları, tüm kötü örnekleri gözler önüne sermesi ve elçilerinin bunu fiili olarak göstermesine rağmen bu hasta ‘ur ’un hastalığı devam edegelmiştir dünden bu güne.

 “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Veren el alan elden üstündür” gibi ayet ve hadis öğütleri de insanların bu cismani ve şeytani yönü karşında zaman zaman değerini yitirmiştir(!) O kadarki bu öğütleri her toplantıda dile getiren sözüm ona din âlimleri de bu yüce ilkeleri görmezlikten gelebilmişlerdir. Örneklemek lazımsa siz; müftülük sınavına girenlerin kopya çekmelerini “öğrenci havasına girdiler” gibi basit kelimeyle geçiştirebilir misiniz?  Ya da dini bütün olduğuna inandığım bir arkadaşımın “cami önlerinde toplanan bağışların çok cüz’i bir miktarına makbuz kesiliyor’ sözünü; cami görevlilerinin bir bildiği vardır, sözcükleriyle geçiştirebilir misiniz?..

İnsanın aklına deveye sorulan sorudan başka ne gelebilir ki bu konuda: Boynun neden eğri?..

Sahi ne eğri, ne doğru ki? Bazen yaşadığımız olaylar bizi öylesine ikileme düşürüyor ki selamla bedduayı bir birine karıştırıyoruz. Beddua edilebilir mi? İnanç bağlamında ele alırsak ki, bedduada esas bu bağlamda mana ve ehemmiyetine bürünür, ne zaman yapılmalı ne zaman yapılmamalıdır? Kime karşı yapılmalı, kime karşı yapılmamalıdır? Sıkışınca dua mı beddua mı yapılmalıdır?..

Boş meydanda cirit atmak, bu işi yapanlar tarafından bir kahramanlık edası sanılabilir, ama asıl kahramanlar, ona yaptığı üstün başarıdan dolayı halk tarafından verilen üstün nişanedir. Yamuk insanların kendileri gibi keseri “hep bana hep bana” diye yontarken aslında göstermelik olan bu eyleminin mahiyetini bilmeli, ona göre değer vermeliyiz. Zira aslında o ‘hep bana’ eylemi halkın diline pelesenk olan “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”dır.   Bu, işinde gücünde çalışma, alın teriyle rızkını kazanma eylemi değildir. Dalkavuklukla “benim önümden al götür” sonra buna mukabil hesabıma on mislini getir sinsiliğidir…

Bir başka tabirle omurgası olmayan satılmış insanların, ömürlerini katlayacakları yanılgısıyla dünyada biriktirdikleri ‘yal’larlarından başka bir şey değildir. İnsanda aslolan insan olma özelliklerini koruyarak bu âlemden sonsuz âleme göç etmesidir. İnanmayanlar için ise o temiz geldikleri topraktaki asaleti, bir süreliğine de olsa kokutmayacak bir temizlikte ona dönmektir. Belki sonsuzluk âlemi onlara lütfedilmemiştir ama hiçbir beni âdem yoktur ki ne insanlar ve mahlûkat için yararlı, ne zararlı bilincinde olmasın…

Bulmakla kazanmak arasındaki fark neyse yaşamakla ölmek arasındaki fark odur. Kazanmanın asaleti ne kadar soylu ise çalmanın rezaleti o kadar derindir. Bir kiloyu kaldıramayan çocuğun gücüyle yüzlerce kiloyu kaldıran insanlar arasındaki fark neyse dünyada yaşam tarzı da o olmalıdır, her insan için. Bir yaşındaki çocuktan üç tane somun ekmek yemesi beklenemez…

Bilenlerle çalanların yarıştığı bu gezegende madde, hayvanlar âlemine imrendirir hale getirmiştir ruhu olanları… İş o derece çığırından çıkmıştır ki, hukukta sahipsiz malı elde edenin hukuki hakkı ne ise, sahipli malı da elde edenin hakkının o olacağına doğru eğilimler baş gösteremeye başlamıştır. Semavi ve beşeri kanunların amacı her akıl sahibi için bellidir. Toplumda düzeni sağlamak, bir yaşındaki çocuğa ihtiyacı kadar,  yüz kilo taşıyan hamala da karnını doyuracak kadar ekmek vermektir. Yani sarfettiği emeğin, kalitesine göre hakkını vermektir. Bu şu demek olmalıdır: gücüne göre ekmek yemelidir. Hayır, güç sadece bilekle ölçülen değil aksine beyinle ölçülendir. Bir başka anlamda armutlarla armutları, elmalarla elmaları kıstas almalıdır…

Maharet el çabukluğunda değil o eli hareket ettiren beyindedir. Beyin o eli bir defa insanlığın hizmetine hareket ettiriyorsa, o elin bin defa zararlı işler için çalışmasından daha evladır. Zira temele atılan bir tane köklü taş, derme çatma atılan bin tane taştan daha sağlıklı olacaktır binanın ömrünün uzaması yolunda.

Dünya bir körebe oyunundan ibaret değildir.  Gören gözü kör ederek gerçeği aratmak; ancak sınırlı olan duyu organlarımızın zor şartlarda hayatını nasıl ikame ettireceğinin bir antemanı niteliğinde ise ne ala. Değilse oyun da olsa;  ‘sen gözlerini kapa’ ben malı götüreyim düzenbazlığı için bir antrenman, hayatın ve insanlığın seyrine atılan nifak tohumlarından başka bir anlam ifade etmez.

Çekicin örsü değil örsün çekici dövdüğü bugünlerde, dün kendisine nice ulvi manalar yüklenerek söylenen atasözlerimiz bugün o mana ve değerini kaybederek şarlatan sloganına dönüşmüştür. Bu hal atalarımızın yanlış düşündüğü ve yanlış söylediği anlamına gelmese de artık gün; ata binenin kim, kılıcı kuşananın kim olduğunu araştırma günüdür. Atla it izinin bir birine karıştığı bugünlerde söylenecek tek söz: at binenin kılıç kuşananınmış!..