İnsanın kanını donduran bir görüntü sonrasında yoğun bir biçimde kadına şiddet, kadın cinayeti konuları birçok açıdan değerlendiriliyor. İstatistikler, rakamlar, oranlar, tespitler çerçevesinde uzun uzun yazılıp, çiziliyor ve konuşuluyor. Her yorumcu kendi durduğu ve ait olduğu yerden meseleye bakarken ilginç bir şekilde buradan bir kimlik savaşı ya da ideolojik söylem çıkartabiliyor. Kendini tanımladığı kimliğin dışında kalan kesimleri bu cinayetlerin sebebi olarak gösterme gafletinden geri de durmuyor. 

Babasını 3 aylık bir bebekken kaybetmiş ve hayatının geri kalanını annesi ile geçirmiş bir genç olarak bu konuya ne analizler, ne istatistikler, ne rakamlar ne de oranlar ile bakamıyorum. Hele ki bir kimlik meselesi ve ideolojik söyleme bu olayı alet etmenin kabul edilemez olduğunu düşünüyorum. Bir evladın gözünden meseleye bakınca vücudumdaki  kanın çekildiğini hissediyorum. Babasının yerine de annesini koymuş bir evladın, gözlerinin önünde annesinin can vermesinin ne anlama geldiğini ifade etmek mümkün olmasa gerek. 

Bir annenin, baba dediğin adam tarafından vahşice katledilmesini seyretmek zorunda kalmanın yaratacağı ruhsal durumu izah edebilecek var mı? Biyolojik varlığının vesilesi kılınmış iki canlının birisinin, diğerinin canına kıymasının ne demek olduğunu anlatabilecek var mı? Babasız büyümüş ve annesini aynı zamanda evin babası gibi görmüş ben, bunu ne izah edebilirim ne de anlatabilirim.

Ancak böyle olaylarda hemen engin entelektüel birikimiyle(!) devreye giren ve büyük sosyolog olan önemli bir kitlenin muazzam tespitlerine maruz kalıyoruz. Hangi taraftan olursa olsun, kendisini nasıl tanımlıyor olursa olsun, kullandığı jargon nereden gelirse gelsin meseleye insan merkezli bakamayanların sözünün kıymeti yok. Bu vahşete, bir insanın katli ve geride kalan acı, hüzün üzerinden okuyamayan kimsenin tespitinin bir anlamı olabileceğini düşünmüyorum. 

Öncelikle buradan slogan ya da düşmanlık üretmeye çalışmanın acınası bir acizlik ifadesi olduğunu söylemeliyim. Bunun yanında meselenin yalnızca ‘’kadına şiddet, kadın cinayeti’’ şeklinde görülmesi doğru değildir. Ortada en önemlisi insanlığa yönelen bir vahşetin olduğunu görmek gerekmektedir. Ayrıca toplumsal gerçekliklerimizden uzak yaklaşımlarında yeterli olmadığının görülmesinin elzem olduğunu düşünüyorum. Yaşanan bu olayların hangi geri planla oluştuğuna dair en ufak bir bilgisi olmayanların söyledikleri de bu derde, derman olmaya yönelik değildir. 

Üstelik ‘’kadına şiddet ve kadın cinayeti’’ gibi haberlerin çok yaygınlaşması acaba bu vahşetlerin yaygınlaşmasına sebep mi oluyor? Bu soru toplumsal ‘’farkındalık’’ ile ‘’vahşetin yaygınlaşması’’ noktasında sıkışmış hassas bir sorudur. Ancak Konya’da Emine Bulut cinayeti sonrasında  bir belediye çalışanının işlediği vahşi cinayet örneği akla bu sorunun haklılığı ihtimalini getirmektedir. Amiri sayılacak bir ismin anlattığına göre gece mesaisi biten zanlı sabah gidip karısını katlediyor. Daha sonra ise teslim olmadan iş yerine durumu bildirebiliyor. Dolayısıyla Emine Bulut cinayeti sonrasında böyle bir hadisenin yaşanmış olması ‘’farkındalık’’ ile ‘’yaygınlaşma riski’’ üzerine daha derin düşünülmesi gerekmektedir.

Bir de yayınlanan video sonrasında insanı düşündüren en önemli mesele toplumun artık şiddete duyarsızlaşmasıdır. Öyle ki hala ayakta duran ve kızıyla çığlık çığlığa bağıran bir annenin kanlar içerisinde videosu çekilirken yanında yardım etmek için kimse bulunmuyor. Üstelik kızcağızın ‘’herkes video çekiyordu ben ambulans çağırın diye bağırırken’’ sözü de burada gelinen noktayı göstermektedir. Ne yazık ki bu anlamda duyarsızlaşmış olmamız ziyadesiyle endişe verici ve üzücüdür. 

Ne olursa olsun, ne söylersek söyleyelim vicdanlarımızın sızladığı ve Türkiye’nin asla unutmaması gereken bir sözdü ‘’Anne Lütfen Ölme!’’. Emine Bulut ve bütün vahşete kurban gidenleri rahmetle anıyorum…