Yetti artık dedi Savaş. Yetti artık. Biraz mola vermek istediğimizi söylememiz gerekiyor sanırım.

Oturduğunuz koltuk benim koltuğum. Siz hala anlamadınız galiba. Nasıl vermişse Cumhuriyet, 23 Nisan çocuğuna birkaç dakikalığına koltuğunu bende öyle vermiştim sana. 

Hani hep mızıklanıyordun başıma kakıyordun ya: hep sen mi oturacaksın orda diye. Sırf gönlün olsu diye verdim o koltuğu sana. Sende essah sandın galiba, emaneti bir türlü geri vermiyorsun.

Kalk! Koltuğumu ver. Zira nezaketten anlamadığın aşikâr. Ben oyun yalnız oynanmaz diye kattım seni oyuna. Sende essah sandın. Nasılda aldandın. Nerde görülmüş mirasın varislerden başkasına verildiği, ne dinde var, ne dilde. Anlaşılan sende akrabalığımız var mı? Diye sorunca birine, dedelerimiz peygamber diyenlerdensin. Dedelerimiz peygamber ama ben o peygamberin seçkin çocuğu, sen ise devşirmeliksin. Bir başka tabirle ‘tay’ geldi. –babam senin annenle evlenirken sen annenin yanındaymışsın- Ben seçkin, sen ise kaçkın torunsun. Yâda şöyle diyelim sen hala o dedenin söylediklerinin hepsine uyan muti, ben ise işime gelmediği zaman kayan, kandıran asiyim.

Aslında ben ikimizin aynı soydan geldiği konusunda da kuşkuluyum. Böyle iddialar var ama o başka bir konu. Şimdi oraya girmeyelim. Nasıl aynı olur? O zaman koltukta nöbetleşe oturmamız lazım. Hadi! Ona da eyvallah diyelim. Ben hep senin dediklerine uymak zorunda kalıcam. Zira sen her zaman ayık ben ise çakır keyfim. Sen tutucu, bağnaz, ilkeli biri ben iki elli biri. Bazen birini kullanıyorum bazen de birini. Sende öyle yapıyorsun ama önce bir elinle başlıyorsun yorulunca da diğerini kullanıyorsun. Bense her zaman iki elimi birden kullanıyorum.

  Ben dağıtıyorum sen topluyorsun. Sen düşünüyorsun ben hopluyorum. Senin koruman, gözetmen gerekenler var. Ben beni, birde beni koruyorum. Bu işte bir şüphe, bir entrika olmalı. İkimizin de aynı kökten, aynı menşeden gelmiş olamayız. Yanlışlıkla haydi! Oldu diyelim. Bir daha insana yaşama sevinci vermezsin ki sen. 

—Bir kökten nasıl iki farklı dal çıkar?!..

—Bir ağaç aynı anda nasıl incir ve zakkum meyvesi verir?!.. 

--Suya nasıl kement vurulur?!..

—İnsanın içinde çılgıncasına çığlık atma arzusu varken temmuz dereleri gibi nasıl durulur?!..  

  Olmaz, olamaz, böyle bir kökü kabul edemem. Zira bunu kabul etsem kendimi inkâr etmem lazım. Hadi! Onu da yapsam benim kör-kütük bir köşede oturmam gerekir. Buda kendimi inkâr etmem, yok saymam demektir. Yapamam. Sen ağaç ben dalı, sen arı ben balı olamam. Farklıyız biz. Farklı olmalıyız. İşte! O zaman ben ‘var’ olacağım. Değilse modern çağ teknoloji gibi kendimi zamanladığım dakikada hayatım son bulacak.

  Uzatma Barış, bu oyunu. Essah sanma. Dayanamıyorum artık seninle bir terazinin kefelerinde eşitlenmeye. Bu bir nöbet değişimi değil bir oyundu. Ben oyunun asil aktörü sen ise dublördün. Seyirciler ikimizi karıştırmış olacaklar. Elbet benim gerçek aktör olduğumu anlayacaklardır.

  Ne laf anlamaz şeysin sen Barış. Sana bir uyarı yaptım. Hem de kanırta kanırta-deveyi iğnenin deliğinden geçirdim-hala uyanmadın. Haşla zorluyorsun. Bak! Dağdaki eşkıyalarımın uyarısı yetmezse kentteki eşkıyalarıma da silah dagıtacam. Eşkıya demişsem hemen cedellenme yandaşlarım canım. Hadi canım. Hadi yavrum sen dön karakaçanını yanına. Al kara sabanını eline. Suphanallah, Elhamdülillah, yönündeki görüşünde ısrarlıydı. Hem diyordu birazda biz oturalım bu toluma ait koltukta. Madem toplum haydi! Birazda sen otur demişti kendisine… 

  Ya! Sabır'a devam et. Virdini artır. Hem siyasette senin neyine. Gerçi suphanallah derken bazen dilin dolaşırda ‘sıpayım Allah’ da dersin ama olsun. Sana yakışır. 

Barış, Savaş’ın bu serzenişlerine bir türlü anlam veremiyordu. Oysa her mahfilde eşitliği, insan haklarını, kadın haklarını dilinden bırakmayan Savaş daha düne kadar, “haset etme ne olur, çalış seninde” diyordu. İşte bununu içinde Barış çalışmış bir defada o, oyunda dublör değil aktör olmuştu. 

Ortada anlaşılmayan bir durum yoktu aslında ama Savaş alışmıştı bir kere pastanın kaymağını yemeye. Gerçek oyuncunun dublör olduğunu fark eden seyircinin bilinçlendiğinin farkına varamamıştı. Oyununun ilelebet kendi istediği gibi gideceğine inanıyordu. Gerçi zaman zaman böyle yanlış anlaşılmalar oluyor, sözden anlamayanı ‘kötekle’ yola getiriyordu ama galiba bu sefer durum biraz daha ciddiydi.

Bu yeni aktör kaptırmıştı kendini oyuna. Geçmişe dair ne var ne yoksa yavaş yavaş değiştirmeye yelteniyordu. Canhıraş haykırışların bazısına kulak verir gibi görünse de geri adım atar gibi yapıyordu. Vazgeçmiyor, hedefine ulaşmak için yeniden, bir başka noktadan işi bitirme yolunu deniyordu. Bu da Savaş ve yandaşlarını çileden çıkarmaya yetiyordu. Gerçi Barış’ın yandaşları gibi görünenler de zaman zaman, yapmış olduğu işleri kendini garantiye almak için yaptığı yönünde fısıltılarla konuşsalar da konuşmalarını kendilerinden başka kimse duymuyordu.  

Ortalık savaş alanı gibiydi. Kavga koltuk kavgası. Bu bir halef selef meselesi değildi. Mirastan menedilenlerin kendilerine verilen küçük hürriyetten istifade ederek kendilerini asil mirasçı gibi hissetmelerinden kaynaklanıyordu. Görünüşe bakılırsa bunların yandaşları da az değildi. Bir yerde hata yapılmıştı ama nerde!?..  Barışın yanlış yaptığı tüm çığırtkanlar kanalıyla anlatılmalı taraftar yeniden uyandırılmalıydı. Aslında Savaş'ın taraftarı çokta fazla değildi ama köşe başlarını uzun zamandır ellerinde tuttukları için biri beş'e hatta on’a değerdi. Zaten daha kalabalık insan topluluğuyla uğraşmakta gerekmiyordu. Yıllardır bu işi böyle götürmüştü Savaş. Ona savaş isminin verilmesinin bir anlamı olmalıydı. Onun savaşı öyle hudut, düşman savaşı falan değil koltuk savasıydı.

  Hani! İnsanlığın atası olan Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil’in kafa tutması gibi. Çünkü o olmalıydı Aktör. O olmalıydı yöneten. O olmalıydı yönlendiren. Başkası, başka şekilde olmasını düşünmek abesle iştigaldi.

Savaş, tüm çığırtkanlarını harekete geçirdi. Post elden gidiyor. Yerimizi kendisine şaka yoluyla verdiğimiz Barış, postumuzu vermemekte ısrarlı. Harekete geçmenin zamanı geldi ve geçiyor. Bunlar oyun kurmasını bilmezler. Bunlar, lâhavle velâ kuvvete güruhu, asıl görevini terk edip bizim görev alanımıza musallat oldu. Hatırlatmalıyız. Arkadaşlar yanlış yapıyorsunuz. Bu oyun görünüşte bir, ama asılda 10–15 kişi tarafından oynanır. Öyle 50–100 kişilik değildir. Oyunun kurallarını değiştiremez sisiniz.

Nice zorluklarla, güçlüklerle ayıkta tuttuğumuz ‘sahibine göre ayarlı’ koltuğun çivilerini sökemezsiniz. Kanmayın siz bizim bu koltuk herkesin koltuğu dediğimize. Buraya hak eden gelir oturur diye söylediklerimize. Bunların hepsi şakacıktan söylenen şeyler. O koltuk aslında sahibinden başkasını sıkar. Rahat vermez, atar üstünden. Siz onun öyle sessiz olduğuna aldanmayın. Bir süre sesi çıkmamışsa nezaketindendir. Biz nazik insanlarız. Öyle hemen karşı koymayız. 

Siz vazgeçin bu sevdadan. İşinizin başına dönün. Biz sizin yerinize sizi idare ederiz. Hem gönüllü verirseniz koltuğu, bakarsınız ilerde bir süreliğine de olsa yine oturmanıza müsaade ederiz, değilse…

  Savaş’ın tüm çabalarına karşı duyarsız kalan Barış, kendisinin dublör değil asıl aktör olduğu yönünde görüşünde ısrarlıydı. Hem diyordu biraz da biz oturalım bu toluma ait koltukta. Madem toplum haydi! Biraz da sen otur demişti kendisine…

Savaş, söz dinlemeyen Barış’ın ısrarlı ve kararlı tavrına daha fazla dayamamış yandaşlarını toplayıp hadi! ülen in artık şurdan demeye hazırlanıyordu ki ANA!.. YASA…