Aklım ermeye başladığında, yaşamda fark etmeye başladığım en ilginç gerçeklerden birisi,  refah ve adalet arasındaki çelişki olmuştu.

Çok müşfik, adaletli, tevazu sahibi, hatta dürüstlük timsali, inancı güçlü gördüğüm insanlar arasında bazılarının zaman geçtikçe aslında rol yaptıklarını fark etmeye başladım.

Tabii yaşım küçük yeni hayatı öğreniyorum. Olabilir diyorum.  O kadar insan arasından iyiliği de suiistimal edenler çıkabilir diye düşünüyordum.

İş hayatımın ilk yıllarında da insanların hala iyi, gerçekten hak ettiklerinı yaşayan insanların büyük çoğunluk olacağı fikri hala güçlü bir inanç olarak kalbimde ve zihnimde yerini koruyordu.

Devlet yönetiminde aynı soyadından insanları, ülkemin en güvenilir kurumu ordu mensuplarının özel sektör ve KİT (kamu İktisadi teşebbüsleri)   gibi kurumların yönetim kurumlarında çalıştıklarını görünce aklım karışmaya başlamıştı.

12 Eylül darbesi ile devletin asıl yöneticileri haline gelmeleri tuz ve biberi oldu.

Sonra tertemiz sınav sistemleri kirlenmeye başladı zihnimde. Meğerse o da bir rol imiş.

Yaşım büyüdükçe uygar dünya, gelişmiş toplumlar herkesin olduğu gibi benim de dikkatimi çekiyordu. Hatta medeniyeti onlar yaşıyor biz de medeni olmak için onlar gibi olmalıydık, diye düşünmeden yapamıyordum.

Hani kölelik ile ilgili bilgilerimiz vardı ama çok eski zamanlarda kalmış artık yalnız filmlerin konusu diye düşünüyordum.

Amerikan üniversitelerinde eğitim görmüş hocalık yapmış hocalarım da onları referans noktası olarak gösteriyor, hayallerimize rüyalarımıza onları yerleştirmemize yardımcı oluyorlardı.

Sadece bizim hocalarımız değil oralarda yaşamış, hayatlarının bir bölümünü onlarla geçirmiş olan herkes, onları anlata anlata bitiremiyorlardı. Tabi bizde onlara karşı sempati güçleniyordu.

Her şey Avrupai olmalı, Amerikan rüyası gerçek olmalı hatta o rüya bizim de olmalıydı.

Yani refah onlardaydı.

Özal dönemi ile Amerika’da lobicilik diye bir şey duyduk. Amerikan devletinde etkili olmak için lobicilik yapan şirketlerle çalışmalıymışız. Çalışmadığımız için çok etkili olamıyormuşuz. Yunan, Ermeni, Yahudi bu lobileri çok iyi kullanıyormuş.

Hatta lobicilik demokrasiyi etkilemenin en güçlü yöntemi imiş. Yani partilere açıkça bağış yaparak demokrasiyi kendi faydana yönlendirebiliyormuşuz.

Şimdilerde öğrendik ki;  seçmenler üzerinde algı yönetimi ile zihni kontrol altına alıyorlarmış. Yani seçmen yanlış da olsa doğru zannederek seçim yapıyormuş.

Algı yönetimi denen şey esasında bir dünya yönetim biçimi imiş.

Demokrasi, barış, devrim, insan hakları, refah, adalet insanların aradıkları ama bir türlü bulamadıkları toplumsal değerlermiş. Hatta bunlar vaat edilerek insanların yaşamından insanlığını koparıp alıyorlarmış.

Hatta insan yaşadığı yeri meskeni her şeyi bir şekilde devrediyormuş. Bu sistemler insanların gönüllü olarak her şeyini verdikleri sistemler imiş.

Lobicilik sistemi yavaş yavaş dünyanın her köşesine köşe dönücülük sistemi olarak yayılmış.  Dünyanın dört köşesinde bu sistemin taşeronu, aktif üyesi olmak için insanlar yarışmaya başlamış, hatta bu sistemde başarılı olmak için eğitimler almaya başlamışlar.

Düşünelim; bugün bile eski sömürgelerinden yıllık kazancı 500 milyar Dolar olan Fransa ne kadar medeni ne kadar o hayalimize inşa edilen Avrupalı olabilir?

Ya dünyanın dört bir tarafında adalet barış demokrasi, insan hakları adına yapılan müdahalelere ne demeli?

Milyonlarca insanın ölümü, milyonlarcasının göçü üzerine sağlanmış bir Amerikan rüyası ne kadar insancıl olabilir?

Belgesellerde bir yaban sığırını parçalayan aslan, kaplan sırtlan, daha sonraları akbabalar, kartallar ile bunların arasında ne fark var?

Akif’in yüz yıl önce haykırışı ile medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar ne kadar adil olabiliyor?

Onların adaletsizliği mi? Bizim onları adaletin referans noktası olarak kabul edişimiz mi daha vahim?

Ve çevremizde insanlar?

Artık onların davranışını öğrenmişler.

Politik elbiseler, dini cübbeler,  aşiret dayanışması, aile diplomasisi bir şekilde zenginleşen insanlar.

Demokrasiyi gelirin dağıtım mekanizmasına çeviren zihniyet olmuş. Tabi ki adil değil etkili olanın yaşamına dönüşen refah.

Ve bu şekilde zengin olan insanların elit, tevazu,  vakur, doğru adaletli rollerle normal insanların gözünün içine baka baka yaşamaları.

Aynı ekonomide yarışmaları, aynı kariyer basamaklarında ilerlemek istemeleri...

Gerçekten bu refah ne kadar adil.

Hep düşündüm; babası devleti, kanunları, adaleti suiistimal ederek masum bir insanın evladı ile arkadaş olmaya çalışan birini;

Aslında onun hiçbir suçu yok, o da masum.  Ama ailesini o da kutsallaştırıyor. Tıpkı bizim uygarlık diye dünyayı köleleştiren devletleri kutsallaştırdığımız gibi.

O genç de arkadaşının ailesinin hakkını gasp eden mekanizmayı kutsallaştırarak arkadaşı ile dostluk kurmaya çalışıyor.  Ve bir zaman geliyor, sahip olduğu varlığını koruma görevi verildiğinde görevi icabı adaleti değil refahı tercih etmek zorunda kalıyor.

Tıpkı aynı sırada öğretim gören iki gencin kariyer mücadelesi gibi. Okul bitiyor. Bir el bir tanesini onun hayal bile edemeyeceği seviyeye çıkarıyor. Daha çalışkan ve becerikli olan bir ömür kariyer için yol bulmaya çalışıyor.

Günümüzde hepimiz çevremizdeki refah sahibi yaşamları incelediğimizde maalesef bu adaletsizliklerden nasibini almış yaşamları ne kadar fark edebiliyoruz?

Adaletsiz mekanizmaları kullanmayanlar ne kadar refah sahibi olabiliyor?