Fakat bozgunu hazırlayan komutan geçici olarak görevden alınsa da ardından başka bir tümen komutanlığına atanır. Çünkü “o, İttihat ve Terakki'nin yakınıdır. Varlığını cemiyete adamıştır.” (Bardakçı, 2002, 321).

Fransız savaş muhabiri, ilk göçmen kafilesine İstanbul'dan yirmi km. ötede rastlar. Ondan sonra kafilelerin ardı hiç kesilmez. “Fakirler, ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar”, “kendilerini kovalayan görünmeyen güçlerden korkarak şaşkın ve telaşlı bir şekilde kaçıyorlardı. Hepsinin iki üç parça ıvır zıvırı vardı. Kimi eşyasını omzunda, kimi el arabasında taşıyordu. Bazısı da eski bir manda arabasına doldurmuş götürüyordu. Hepsinin yüzlerinde korku izleri, hepsinin durumlarında tam bir şaşkınlık vardı. Köyler boşalmıştı.” Çatalca'dan sonra artık yol da yoktur. “Çamurlar içinde bata çıka ilerliyor, bizim gittiğimiz yönde ilerleyen acayip bir kafileyi geçiyorduk. Bu kafile adeta kıyametten önceki döneme ait birtakım toplardan oluşuyordu.” (Lauzan, 62).

LÜLEBURGAZ

Bozgun havası, karabasan gibi ordu üstünden, milletin tepesine çökmüştür. Kendisinden vatan savunması beklenen ordu, şaşkındır. Subaylar, “gidecekleri kolorduyu bile” bilmemektedirler (Lauzan, 63). Kırklareli bozgunundan sonra Nazım Paşa, Abdullah Paşa, 175 bin kişiden oluşan altı kolorduyu, son bir savunma hattında toplamaya çalışır. Çerkezköy, Çorlu ve Seyitlere kadar uzanan ucu bucağı olmayan ovayı seyreden Fransız savaş muhabiri, ordu denen güruhu gözlemektedir: “Çorlu tarafında bulunan kitle arasında akıl almaz bir karışıklık ve hareket görüyorum. Bu, ordunun bir kısmı olmalıydı.. Sonra acaba bu nasıl bir orduydu.. Bilemiyorum. Bu; insan, beygir, top, çadır, arabadan oluşan yığın bir Pazar yeri mi yoksa bir ordugâh mıydı? Bir kervanlar bütünü müydü?” (Lauzan, 65).

Ordudaki kargaşaya, emir-komuta zinciri karmaşası da eklenmiştir. Doğu Ordusu Kumandanı (Abdullah Paşa) yerine, doğrudan Başkumandan Vekiline (Nazım Paşa) müracaat edenler olur. Doğrudan Nazım Paşa emriyle, Abdullah Paşa'nın haberi olmaksızın taburlara kumanda edilir (Mahmut Muhtar, 2012, 62, 64).

Yeni yerde siperler kazılır. Bulgarlarla karşılaşma, dört gün sürer. “Askerlerin ekmeği ve komutanların telgraf cihazları” yoktur. Muharebede ne mantıki tedbir, ne bir manevra vardır. Sadece cepheden cepheye top atışları yapılır.Yalnız Abuk Ahmet Paşa'nın kolordusu, dört gün boyunca sadece ekmeksiz değil cephanesiz de kalır. Top başına elli atım cephanesi vardır. Fransa'da ise yedeği hariç olmak üzere her topa 500'den fazla mermi verilmektedir. Yiyeceği ve cephanesi olmayan asker, boş yere ölmemek üzere dağılmıştır. Aziz Paşa'nın 9 bin kişilik tümeninden, 4 Kasım'da yalnız 870 asker kalmıştır (Lauzan, 91).

Bulgar komutanı zaferlerini şöyle açıklar: “Alman taktiği olan düşman kanatlarına saldırı yerine, cepheden saldırıyı yeğleyen Fransız yöntemi burada uygulanmış ve bu yöntemin daha iyi netice verdiği anlaşılmıştır.. Ordumuz düşmanın en kuvvetli noktasına taarruzdan ibaret olan ve tamamen Fransızların ortaya koymuş oldukları fikri uygulamış ve sonuçta zafer kazanmıştır.”  (Lauzan, 69).

Lüleburgaz bozgunu sırasında, Doğu Ordusu çekilir. Ali Yaver Paşa kumandaya hâkim değildir. Tabur ve bölük kumandanları, birliklerini kaybedip yollarını şaşırmışlardır. 31 Ekim 1912 günü, 28. Tabur, 144. Bölük, 3. Takım, siperde yanlarındaki Karadenizli Hoca Ömer Selim Efendi'yi son defa dinlerler. İmam, “Var mı Türk İslâm askerine bozulmak?.. Var mı, yürekleri korku bürüyüp ricat etmek.. Beş yüz sene evvel sizler, zırhlı düşmana nasıl olup da bağrı açık savlet ettiniz? Zira kim, üzerinizdeki zırh kalbinizdeki imandı.. Ola ki o gün, bugün ola.. Ben başta, siz ardımda 'Ya Allah' diyeceğiz. Pınarhisar'ı vermeyeceğiz. Versek de, verildiğini görmeyeceğiz” der. Ardından kopan Tekbir sesleri, çevreyi kaplar. Bulgar kumandanı sinmiştir. Siperden 36 kahraman fırlar. Birlikden kalan o kadardır. Cübbesi üstünde, bir meçhul şehidin ceketi, başında sarığı ile önde İmam Ömer Selim Efendi, kan ve çamura bulanmış eteklerine aldırmadan hücuma geçerler. Koca Bulgar tümeni ile kavga yarım saat sürmüştür. Otuz beşi de şehit düşer. Kaburgalarından, sol kol ve sağ elmacık kemiğinden kurşun yiyip düşen Ömer Selim, yerden son bir gayretle dizleri üstüne kalkar. Lüleburgaz'ın Pınarhisar tarafında gün batarken ovayı bir ses kaplar. Ömer Selim, Ezan okumaktadır. Bulgar ateş kesmiştir. Şehit cesetleri üstünde son defa şehadet getirilmektedir. Başındaki asker serpuşu, altındaki sarığı düşmeden Ömer Efendi başı yere dikine çakılır ve öylece ruhunu teslim eder (Bardakçı, 2002, 358-359).

29 Ekim 1912'de Bulgarlar, Karaağaç önlerine gelmişlerdir. 120 bin Bulgar, 175 bin Osmanlı bulunmaktadır. Ordu Komutanı Abdullah Paşa, genel karargâhının bulunduğu Sakız Köyünde küçük bir evdedir. 29 Ekim akşamı paşayı, Daily Telegraph gazetesinin muhabiri Berthalt ziyaret eder. “Komutan adeta açlıktan” ölmek üzeredir. Emir subayları, tırnaklarıyla evin bahçesini kazıp birkaç mısır koçanı bulmaya çalışmaktadırlar. Buldukları kökleri, un bulamacıyla pişirmektedirler. Berthalt, yanında getirdiği birkaç konserveyi paşaya sunar. Paşa, üç gün onlarla beslenir. “175 bin kişiye kumanda eden Abdullah Paşa”nın durumu budur. Dışarıyla irtibatı yoktur. Savaşın sürdüğü dört gün boyunca ne olup bittiğinden haberi yoktur. “Anında emir vererek hiçbir müdahalede bulunamıyordu. Harp hattı ile arasında 50 km.lik bir mesafe vardı. Fakat Paşanın elinde ne bir telefon, ne bir telgraf ne de yaverinin dört nala koşturacağı atları vardı.” Sol kanada doğru giden paşa, firarilere rastlar. Sol kanat bozgun halindedir. Direnen hatta başarı ile savunmaya devam eden sağ kanada da geri çekilme emri verir. Hâlbuki emir kendisine ulaştığında Şevket Turgut Paşa, karşı hücum hazırlığı içindedir. Emri uygulamaya başlar. Abdullah Paşa hatasını anlamış, geri eski mevzilerin tutulmasını emretmiştir. Fakat iş işten geçmiştir. “24 saat boyunca ağzına tek lokma koymamış” olan asker, avcı hattı bile oluşturmadan çekilir. 31 Ekim akşamına doğru 175 bin kişilik Osmanlı ordusu bozguna uğramıştır. Ordu namına, Çatalca hattına doğru akan firarilerden başka bir kalabalık kalmamıştır. Topçular toplarını, levazımcılar malzemelerini bırakmakta, biraz et uğruna kendi hayvanlarını kesmektedirler. “Piyadeler kendi tüfeklerini yerlere atıp” gitmektedir. Bulgarlar ise, takip bile edemezler. Aşırı ilerlemeden son derece yorgun düşmüşler, “bozgun içindeki orduyu takip edecek güçleri kalmamıştır.” Eğer o kritik anda, “bin kadar süvari” bulabilseler, “Çatalca geçitlerini elde ederler ve ordunun başarısını sağlama konusunda iyi bir fırsat sağlamış olurlardı” (Lauzan, 74-75). 

Gerçekten kolordu birliklerinden bir çoğunun, gece kaçıp “açlıktan oradaki köyleri yağma ettikleri görülmüştür.. Bu olayın önemli sebeplerinden birinin, savaş hattında aç ve susuz kalan askerin yiyecek içecek bulmak için köy araması olduğu şüphesizdir” (Ahmet Muhtar, 2012, 65).

100 bin kişinin felaketi olan bozgun üstüne, “korkunç bir kâbus çöküverdi. Bu kâbus açlık adını taşıyordu.” Süvarilerin gürültüsünü, yaralıların iniltisini “ekmek, ekmek çığlıkları” bastırmaktadır. Bir tümen komutanı, firar eden bir takım üzerine neden kaçıyorsunuz diye atılır. Cevap: “Ekmeğimiz tükendi” olur. Mahmut Muhtar Paşa da akıntıya kapılmış sürüklenmektedir. Olayı gazeteciye şöyle anlatır: “Bu umumî bir ölüm dalgası gibi bir şeydi. Hayatım beygirimin ayaklarına bağlıydı. Savrulup düşmüş olsaydık ikimiz de bir daha doğrulamazdık. Ben de ta dizlere çıkan çamura batar kalırdım.” (Lauzan, 76).