100. YILINDA BALKAN BOZGUNU VE GECİKEN UYANIŞ -17
JÖN TÜRKLER VEYA KÜLTÜREL VATANIN KAYBI, COĞRAFİ VATANIN GİTMESİ DEMEKTİR
Kültürel vatanla, coğrafi vatan kadar, kader birliği müthiş olan iki kavram bulmak güçtür. Çünkü birini kaybettiğiniz zaman diğerinin kaybı mukadder olmaktadır. Kültürel vatanı oluşturan, kültür ve onun gerisindeki değerlerdir. Değerlerin kaybı, değerlere rağbetsizlik, kafa ve kalplerde başka değerlerin yerleşmesi anlamına gelmektedir. Kafa ve yüreklere yerleşen düşman değerleri, yenilginin başlangıcı olmaktadır. Çünkü üstün görülen değerlerin sahipleri ile karşılaşmada, karşı duruşun gerekçeleri baştan çözülmüş, yenilgi mukadder hale gelmiştir.
İstanbul ileri gelenleri köşklerinde, Avrupa özentisi içinde bir hayat yaşamakta, Tanzimat modeline göre düzenlenmiş bir görgü tablosu işlemektedir. Şöhretli şair Abdülhak Hamid'in kız kardeşi Mihrinnisa Hanım'ın köşkünde, “aile fertlerinden başka belki de uşaklar dahi Fransızca bilmekte, hiç değilse, az çok anlamakta idiler.” (Ayverdi, 1985, 192). Tophane Müşiri Zeki Paşa, Abdülhamit devrinin önemli devlet adamlarındandır. Bunun için de Meşrutiyet devrinde suçlu bulunamadığı halde yerinden yurdundan edilerek cezalandırılmıştır. Yaverinin kızının anlattığına göre; Paşanın “çocukları yabancı mürebbiyeler elinde aşırı frenkperest olarak” yetiştirilmiş, “millî bağları zayıf, dinî inanışları ise sıfır” kimselerdir. Oğullarından Sedat Zeki, Ayverdi'lere geldiği zaman ilk sorusu şu olur: “Türkçe mi konuşalım, Fransızca mı?” Dinî zayıflıklarına rağmen kendi dillerini küçümseyeceklerini muhatapları hiç düşünmemiştir (Ayverdi, 1985, 125-126).
Sadrazam Kâmil Paşa'nın gelini Fatma Hanım'ın kızları, mürebbiyeler elinde büyümüş ve İsviçre'ye yerleşmişlerdir. Bu kızlardan biri, din değiştirip bir Katolikle evlenmiştir”. Annelerinin sonu da kumarda mal ve altınlarını kaybedip, seyisinden bile saygı görmez haline gelince intihar etmiştir (Ayverdi, 1985, 210-211).
Balkan Harbi'nden hemen önceki Meşrutiyet günlerinde, “Resimli dergilerde hocalarla papazların, Bulgar çetecisi Sandanski ile Türk subaylarının öpüşen, kucaklaşan resimleri” yayınlanır (Atay, 1963, 29). Değerleri yitirme yanında, onları günlük politikada kullanma da yaygınlaşmıştır.
Jön Türk liderlerden, İttihat ve Terakki'nin ilk kurucusu olduğunu yazan, parti iktidara gelince de mutasarrıf unvanı verilip Beyoğlu Mutasarrıflığı Sıhhiye Müfettişliğine atanan İbrahim Temo'nun, Askerî Tıbbıyede, arkadaşları arasında lâkabı, Pierre Lermit'tir (Temo, 2000, 19). Haçlılara karşı vatanı savunan Kılıç Arslan, Selahattin Eyyubi değil; Haçlıları ayağa kaldıran, topal eşeğiyle bütün Avrupa'yı dolaşarak Haçlı seferini kışkırtan Fransız Hıristiyan din adamı Pierre Lermit (1050-1115). Yani Jön Türkler, bazıları hariç, kendi kültür ve medeniyet değerlerine karşı mücadeleleriyle, Haçlılığın içimizdeki beşinci kolları durumundadır. Batıcılığın ideoloğu Abdullah Cevdet'in, para karşılığı kendi vatanı aleyhine Siyonist örgüte hizmetini (Herzl, 2002, 306), İttihat ve Terakki adının Fransızcadan aparıcısı Ahmet Rıza'nın, Osmanlı Meclis-i Mebusanı başkanı iken bile yemininde Allah demeyecek kadar katı bir Pozitivist olduğu düşünülmelidir.
Balkan bozgunu sırasında, gemiyi ilk terk eden fareler gibi, ülkeyi terk edenlerin Jön Türkler olması bir tesadüf olmamalıdır. Fransız Elçiliği ile içli dışlı olan bir Fransız gazetecinin tespiti acıdır. Ordusuz kalan gariban halk, kağnısına, sırtına vurduğu denkleri ile Bulgar, Yunan, Sırp katliamından kurtulabilmek için İstanbul yolunu tutarken; Jön Türkler, Paris yoluna düşmüşlerdir. Ahmet Rıza'nın tam bozgun sırasında Meclis Başkanı olarak ameliyat olacağı tutmuş, İttihat ve Terakki'nin başyazarı aynı zamanda milletvekili olan Hüseyin Cahit, Maliye Nazırı yapılan Maliyeci Cavit, Paris yoluna düşmüşlerdir.
Jön Türklerle ilgili Fransız gazetecinin tespiti aydın sefaletini gözler önüne sermektedir: “Jön Türkler bu savaşta hiç de parlak bir harekette bulunmadılar. Trakya ve Makedonya köylüleri gibi onlar da rastgele bölgeyi terk ettiler. Ama Asya'ya doğru gitmediler. Onlar Londra-Paris yolunu tuttular. Düşman başkente yaklaştıkça şehri terk etmeyi uygun bulan önde gelen Jön Türk komitesi üyelerinin sayısı daha Kasım'ın ilk günlerinde pek uzun bir liste oluşturmaktaydı. Kırklareli bozgununun hemen ardından, eski Millet Meclisi Başkanı Ahmet Rıza Bey Paris'e gitmişti. Güya ameliyat olmak istiyordu. Fakat aslında bu ameliyat hiç de acil değildi. Bunun ardından Tanin gazetesi sahibi Hüseyin Cahit Bey'in gittiği haber alındı. Bir ikindi vakti Paris'e gitmek üzere vapura binmişti. Sonra sıra eski Maliye Nazırı Cavit Bey'e gelmişti.” “Bir zamanlar Paris'te adından söz ettiren” Prens Sabahattin, Padişah'a kumandayı eline alması gerektiğini bildiren bir açık mektup yayınlar. O bütün “Osmanlı hanedanının Çatalca hattına gitmesini” de ister. Ama kendisi, “kafilenin sonuncusu olarak” bile olsa ortada yoktur (Lauzan, 82-84). Arnavutluk'un başına getirilen İsmail Kemal'in, İşkodra'yı krallık vaadi üzerine teslim eden Esat Paşa'nın Jön Türk zümresinden olduğu da hatırlarda tutulmalıdır. İsmail Kemal, 1902 Jön Türkler Kongresi'nin “belli başlı adamı” durumundadır (Yahya Kemal, 1976, 190).
Hüseyin Cahit, hatıralarında, Tanin'in kapatılması ve başka bir adla yayınlanmasına izin verilmemesi üzerine (9 Kasım 1912), “Avrupa'ya gitme kararı” aldığını belirtir. Yanında gelmek isteyen Hüseyin Kâzım, Talât tarafından ikna edilince geri kalmıştır. 12 Kasım 1912'de pasaportla “Galata rıhtımından Romanya vapuruna binerek Viyana'ya doğru İstanbul'dan” ayrılır. Viyana'da Cavit Bey'le buluşurlar. Gelişmeleri Viyana'dan takip ederler. Dönüş kararını, ortalık yatışıp, İttihat ve Terakki yönetime hâkim olunca almıştır: “Babıali Baskını olayını duyunca hemen hazırlanarak” İstanbul'a döner. 31 Ocak 1913'te Tanin'i yeniden yayınlamaya başlar (Yalçın, 1976, 179-180, 183).
Jön Türk büyüklerinden Mizancı Murat, İkdam'daki “Tehlikeli Bir Geçit” başlıklı yazısında: “Bundan sonra bir yüzyılın dörtte biri oranında bir büyük devletin esirgemesinde yaşamaktan başka bir yol bulunmadığını” savunarak, mandacılığın ilk sözcülerinden olacaktır (Yalçın, 1976, 180).
Öğrencisi F. Rıfkı'ya göre, “bir savaşçı ve tenkitçi” olan Hüseyin Cahit'i, İttihatçılar, kendisine birkaç bin altın lira verip, Osmanlı İmparatorluğunun en yüksek maaşlı ikballerinden biri olan, Düyun-ı Umumî'ye Türk alacaklılar vekili yapmışlardır. Bundan sonra, “savaşçı ve tenkitçi Hüseyin Cahit'i, bir daha memleketin en güç günlerinde bile aramızda göremedik. Harp sırasında Büyükada Yat Kulübü'nde yüksekçe fiyatlı oyun masalarında rastlardık” der (Atay, 1963, 69).
Özenti yaygınlaşmış, değerlerden kopuş tesir alanını genişletmiştir. “Beyoğlu'nda bir İstanbullu Türk, 'Yerli'liğini kolayca hisseder. Dükkânlardan çoğu Türkçeden başka dille konuşmayana cevap vermeğe ancak 'Tenezzül' eder. Yan sokaklardan bazılarının adı Fransızcadır ve Fransızca yazılmıştır. 'Büyük Kulüp'ün adı 'Cercle d'Orient'dır.  Dili Fransızcadır. 'Karşı' Türklerinin de Türkçe konuştukları pek duyulmaz.” (Atay, 1963, 17).