Siiyasi basiretsizlik, askeri alana yansır: “Balkan devletlerinin Türkiye'ye saldıracakları gün gibi açık olmasına rağmen, bu saldırıştan on gün önce Rumeli'de bulunan askeri birliklerden yetişmiş ve eski erattan seksen bin kadarı”, ordudan “terhis edilerek evlerine” gönderilir (Apak, 1988, 91; Genelkurmay, 1984, 14).

“Balkan devletleri, 30 Eylül 1912'de, genel seferberlik ilan ederek şimdiye kadar gizlice yaptıkları muharebe hazırlıklarını, hızlandırarak açıktan açığa” yapmaya başlarlar. Buna karşılık, “ordu ve halk arasında, Makedonya'nın ve Arnavutluk'un istiklâli bir oldu bitti gibi telakki olunduğundan, harbin lüzumsuzluğuna inananlar” vardır. Anadolu'dan gelecek 70 bin gelmemiş, Rumeli'de Boşnak ve Arnavutlardan çağrılan yüz bin er çağrıya katılmamış, katılanlar da ilk çarpışmalarda hemen tümü dağılıp evlerine savuşmuşlar, tüm Rumeli savunması oradaki 120 bin Türk'ün omuzlarına yüklenmiştir (Genelkurmay, 1984, 22-23).

Harpten hemen önceki günler için, siyaset ve ordunun durumu vahimdir: “Ordunun birliği de bozulmuştu. İttihatçı ve İtilafçı subayların birbirine düşmeleri erlere kötü örnek oluyordu. Arnavutlara karşı sevk edilen ordu tam bir çözülme içindeydi. Yer yer askerler subaylara komuta ediyorlardı. Hükümet, Çanakkale'de başkaldıran askere karşı top kullanmak zorunda kaldı. Dört ülke saldırıya hazırlanırken, İstanbul Bizans kavgalarına teslim olmuş durumdaydı. Tıpkı beş yüz yıl evvel, Fatih'in saldırısı arifesinde Bizans'ta olduğu gibi.” (Andonyan, 1999, 193).

Bulgaristan'da savaş çığırtkanları sokakları doldururken, İstanbul ondan çok farklı değildir. 2 Ekim 1912'de Darülfünun öğrencileri, savaş lehine büyük bir miting yaparak şehri dolaşırlar, Balkan devletlerinin elçilik camlarını kırarlar. Polis müdahale etmek zorunda kalır. İttihatçı gazeteler da kayıtsız şartsız savaş isteyen yayınlar yapar. Bunlardan birisi Enis Avni'nin “Aka Gündüz” takma adıyla Tanin'in 21 Eylül tarihli sayısında yayınlattığı makalesidir. Orada Fatih'in kabri önünde diz çöküp ant içtikten sonra şunları söylemektedir: “Bastığım toprakların her tutamından kan fışkıracak.. Taş üstünde taş bırakırsam, arkada kalan ocağım sönsün.. Gülistanları süngümle kabristan edeceğim.. Tarihe dümdüz bir harabe bırakacağım ki, üstüne, on asır bir medeniyet kuramasın.. Dal üstünde yaprak, burç üstünde bayrak bırakırsam, iman tahtamın ortasına kara damga vurulsun.. Nefesimden yangın, silahımdan ölüm, adımımdan uçurum saçacağım.. Her beyaz renge bir pençe barut lekesi, her barut lekesine bir avuç kan bulayacağım.. Merhameti yatağanımın ağzına.. mefkûreyi tüfeğimin kapsülüne.. medeniyeti atımın arka nalına asacağım.. Dağların kovukları, ormanların gölgeleri, harabelerin buruşuk çehreleri ebediyete 'buralardan geçen Türk hikâyesini' söyleyecek.”  4 Ekim'de Sultanahmet Meydanı'ndaki büyük mitingde, İttihatçı liderler (Talât Bey, Hasan Fehmi, Cemalettin Arif, Agop Boyacıyan, Nesim Mazlia, Dr. Paşayan Efendi, Ömer Naci) heyecanlı konuşmalar yaparlar. Göstericiler tempo halinde “Harp isteriz, harp, harp, harp! Sofya'ya! Sofya'ya..” diye slogan atarlar (Andonyan, 1999, 199). Darülfünun'da yapılan “sırf İttihatçı öğrencilerin katıldığı bir toplantıdan sonra, 100-150 kişilik bir kafile” yola çıkar, vatansever olanları yanlarına çağırarak katılanlarla büyür. Kafile, Babıâli'ye vardığında bin kişi olmuş, kısa sürede on misli artmıştır. Kapıyı tutan polisler, kalabalığa engel olamaz. Göstericiler, Sadrazamlık makamının merdivenlerini işgal edip, “kabinenin savaş ilan edeceğine dair halka güvence vermesini” isterler. Birkaç İttihatçı, Darülfünun bayrağını merdivene dikerek, heyecanlı konuşmalar yapar. “Öldü mü bu millet? Evlatları ne güne bekliyor? İşte hepimiz hazırız, kanımızı son damlasına kadar akıtmaya!” diye bağırılmaktadır. Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa istenir. İş büyümektedir. İki defa asker çağrılır. Çevre kuşatmaya alınır. Sonra Sadrazam ile Bahriye Nazırı oğlu Mahmut Muhtar, kalabalığı yatıştırıcı konuşmalar yaparlar. İki ünlü gazinin konuşmaları yetmemiştir. Mahmut Muhtar, devletin “şerefi tehlikeye girdiği takdirde savaş ilan etmekte tereddüt etmeyeceklerini, bizzat kendisinin nazırlıktan istifa ederek cepheye gideceğini” söyler. Bir hükümet darbesine dönüşebilecek gösteri, atlatıldıktan sonra aynı gece hükümet, sıkıyönetim ilan ederek gösteri, miting ve nutukları yasaklar. Ertesi gün 8 Ekim'de Karadağ, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan edivermiştir. Karadağ'ın savaş notası üzerine, hükümet de savaş kararı alıp bütün vilayetlere, elçiliklere bildirir (Andonyan, 1999, 204-209).

Yalnız Avrupa devletleri, Balkan devletlerinin yenilme ihtimaline karşı tedbir almayı ihmal etmemişlerdir.

Almanya'nın Petersburg Elçisi, 20 Temmuz 1912'de Rus Çarı ile görüşerek, bir Balkan harbinin çıkmasına engel olmasını ister. Rusya'nın, “Bulgaristan ve Sırbistan üzerindeki tartışmasız” nüfuzunu kullanması gerekmektedir. Çünkü “Balkan devletleri birleşir de Türkiye'ye savaş açarlarsa yenileceklerdir.” Bu yenilgi, Avrupa dengesini bozacak, savaş çıkacaktır (Bardakçı, 2002, 323). Halbûki,  Balkanlar konusunda Rus-İtalyan Anlaşmasının hedefi açıktır: “Balkanlar'da statükonun (bulunulan durum) korunmasına çalışılacak, statükonun korunması mümkün olmazsa, Balkan devletlerinin milliyetler prensibine göre gelişmeleri sağlanacak, Balkan devletlerinin kendi soydaşlarının bulunduğu Osmanlı topraklarını ele geçirmeleri için gerekli yardım ana hedef olacak”. Büyük devletlerin, “statükonun değişmeyeceği konusundaki deklarasyonu”,  8 Ekim 1912'de yani, Karadağ'ın Osmanlı'ya harp ilan gününde yayınlanır (Genelkurmay, 1984, 5, 29). Statüko hükmü, açık harp kışkırtıcılığıdır. “Harp başlamazdan önce, savaşı kim kazanırsa kazansın hiçbir toprak değişikliğine müsaade edilmeyeceğinin” açıkça ilanı maksatlıdır. “Gaye, şayet Türkler Bulgaristan veya Sırbistan topraklarına girecek olurlarsa geriye çekilmelerini garanti altına almaktı, yani Salibin girdiği yere bir daha Hilâl tekrar dönemez kaidesinin ilanı. Fakat iş aksine tecelli ediverince evvelce yapılan bu açık ilan unutuldu gitti” (Apak, 1988, 89).

SAVAŞ

Hazırlıklardan sonra savaşı çıkartmak zor değildir. 10 Ağustos 1912'de Selânik'e yakın Fransızların işlettiği istasyona, Avusturya postahanesine bombalı saldırılar yapılır. Koçana'da, 20 Türk, 25 Bulgar, iki Musevi öldürülür. Bulgar köylerindeki kilise kapılarında bombalar patlatılır. Olayların Bulgar ve Sırp komiteciler tarafından çıkarıldığını Fransızlar tespit etmişlerdir. Maksat, “Osmanlı Devleti, güvenliği sağlayamıyor, Hıristiyan halk tehlikede” düşüncesini yayıp, Avrupalıları galeyana getirmek, “Türklerin vahşi olduklarına ve düzelemeyeceklerine inandırmak”tır (Lauzan, 105-106; Bardakçı, 2002, 340-341).

Osmanlı Ordusu, savaşta toplam 1.400.000 kişilik güce sahiptir. Bu miktarın yüzde 25'ini gayrimüslimler oluşturmaktadır. Dört ülkenin toplam gücü 931.200'dür. İlk savaş ilan eden Karadağ'ın asker miktarı 37.200, Yunanistan 192 bin, Sırbistan 324 bin, Bulgaristan 378 bin kişilik potansiyele sahiptir (Andonyan, 1999, 214). Savaş başladığında Birinci Ordu, Trakya'da Dimetoka-Kırkilise (Kırklareli) hattında, Bulgarlara karşı Abdullah Paşa kumandasında konuşlanmış vaziyettedir. İkinci Ordu, Makedonya'da üç ülkeye karşı yer almış vaziyette fakat gerçekten teşkilatlı değildir. 400 bin tahmin edilen iki ordunun, insan, silah, cephane, yiyecek ikmali iyi organize edilmemiştir. Gerçekte Doğu Ordusu, 478.848 personel yerine 115 bin er ile; Batı ordusu 334.815 kişi yerine 175 bin er ile savaşa başlamıştır. Başlangıç itibariyle Balkanlar'ın 480 bin kişilik ordularına karşı, Osmanlı ordusu 290 bindir (Esenyel, 1995, 53). Fransız gazeteciye göre, “seferberliğin daha başlangıcında iki yüz elli bin asker” donatılmıştır. Mahmut Şevket Paşa, yüklü para harcayarak, gösterişli askeri levazımatla ayıp gizleme yoluna gitmiş “pırıl pırıl silahlar” gösterilmiştir. Yalnız Paşa, “askerin vücudunu ve canını korumak için gösterdiği gayreti askerin ruhunu ıslahta” kullanmayı düşünmemektedir. “Bir adamı fiyakalı göstermenin onu iyi asker yapmayacağını” anlamamıştır (Lauzan, 34-35).