100. YILINDA BALKAN BOZGUNU VE GECİKEN UYANIŞ -16
Osmanlı askeri, Osmanlıya kurşun sıkmaktadır. Bir ara Mahmut Muhtar Paşa'yı öldürmek için evine hücum edilir. Kendisi evde değildir. “Bir Fransız kadın, bir akşamüstü meydanlardan birinde genç ihtiyar Osmanlıların birbirlerini boğazladıklarını görür. Korkar fakat boğuşanlardan biri: -Siz Fransızsınız. Sizin korkacak bir şeyiniz yok, siz geçin gidin, yalnız bize bakmayın” der (Lauzan, 107-108). Birbirine düşenlerin yabancılar arasında dilden dile anlatılan şu durumu, birlik ve gücün elden gittiğinin, yenilgi şamarının hak edildiğinin delilinden başka nedir?
Rahmi Apak, Koniçe'de, bir handa mola verdikleri sıra,”yedi sekiz kadar arkadaşı ile birlikte Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey”in yanlarına geldiğini anlatır. “Hepsi dişten tırnağa kadar silahlı”, düşülen feci akıbet tartışılmaktadır. Niyazi Bey, “ağzını açıp gözünü yumarak”, “bütün bu faciadan sorumlu olduğunu beyan eylediği Hürriyet ve İtilâfçılara lanetler” yağdırır durur (Apak, 1988, 80). Apak'ın yıllar sonra hatıratını yazarkenki değerlendirmesi, Resneli'den farksızdır: “Balkan Harbi felaketinin bir numaralı sorumlusu Padişah Sultan Hamit'tir.” Aynı subaya göre, “iki numaralı sorumlu” Ruslardır. Üç numaralı sorumlu, Hıristiyan Avrupa ülkeleri, dördüncüsü “Meşrutiyet inkılâbının, Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif unsurların Türkler aleyhindeki düşmanlığını artırmış ve alevlendirmiş olmasıdır” (Apak, 1988, 88-89).
Savaşa katılan birisi olarak R. Apak'ın soruları yürek dağlayıcıdır: “Balkan Savaşını neden kaybettik? Tüfeğimiz, topumuz ve cephanemiz Balkanlı düşmanlarımızdan daha az değildi.. Giyim ve kuşam bakımından daha noksan değildik. Düşmanlarımızın sayı üstünlüğü de o kadar korkunç değildi. Bu halde neden yenildik ve hem de çabucak ve şerefsiz bir surette yenildik. Lüleburgaz ve Kumanova Meydan Muharebeleri bizim için bir alın karasıdır.” Sebep olarak altı önemli yenilgi nedeni sayar. Bunlardan birincisi; Lüleburgaz'da Bulgarlar karşısında ordumuzu yöneten Abdullah Paşa, Kumanova'da Sırplar karşısında bulunan Zeki Paşa gibi subay ve askerleri tarafından tanınmayan, yetersiz; askere, “can ve ruh verecek vasıflardan” yoksun komuta kademesinin bulunması. İkincisi savaşa hazır olmamak, onun için de kavgaların, “gelişigüzel kendiliğinden ve karaktersiz tarzda” olmasıdır. Üçüncü neden, sevk ve idare beceriksizliği, ehil subayın bulunmaması. Dördüncü neden, havanın yağmurlu olmasıdır. Beşincisi, yolların az ve çamurlu olması, “geri hizmet mefhumunun” orduda bulunmamasıdır. Altıncı sebep, harpten hemen önce yetişmiş seksen bin  askerin terhisidir (Apak, 1988, 90-91). Harp Akademileri adına yapılan yayında da aynı durumlara dikkat çekilmektedir: “Siyaset orduya girmişti. Particilik zihniyeti esasen 'alaylı-mektepli çekişmesi ile sakat kalan subay topluluğunun daha da parçalanmasına etken olmuştu. Parti zihniyeti ile hareket eden subaylar, karşı partiden olanların savaştaki başarısına dahi engel oluyor, bozgun halinde çekilirken bile biri diğerine kurşun atıyordu. Daha garip tarafı, bu çekişme tutsaklıkta da devam ediyordu” (Esenyel, 1995, 167-168).
Ordu, Alman askeri ekolünün etkisi altındadır: “Alman askeri ekolünün tesiri ile o zamanlar her durumda tek muharebe şekli olarak benimsenmiş olan taarruz prensibi bizim şark ordumuzun tamamen çökmesi neticesini doğurmuştur.” Ordu yönetiminde, “harp prensipleri” açısından tümden bir aykırılık vardır. Hedef, ağırlık merkezi, kuvvet tasarrufu, manevra, emir komuta birliği, emniyet, baskın, sadelik prensiplerinin hiçbiri uygulanmamıştır (Esenyel, 1995, 167-168, 170-173).
Alman etkisi, Türk subaylarını yetiştirme ile sınırlı değildir. “Osmanlı Ordusu yanında Osmanlı subaylarıyla beraber hareket eden” Almanlar vardır. “Lüleburgaz komuta heyetinde yer alan Yarbay Leisseaw”, “Kırklareli'nde Mahmut Muhtar Paşa yanında yer alan Binbaşı Hügo”, “güya Mahmut Muhtar Paşa ordusunun bataryalarının konum ve durumunu incelemek üzere savaş alanında bulunan Albay Topzewskei”, “Alman üniformasını çıkarıp Osmanlı üniformasını giyen ve bir süvari tümeninin komutasını üstlenen Albay Waıt” bunlardandır (Lauzan, 94).
Yenilgideki Alman eğitiminin, savaş taktiklerinin payının yerine, ordu tepesine bir yabancı ülke komutanlarının yerleştirilmesini uygun görebilen düşüncenin sorgulanması gerekmektedir. Kendine özgüveni kaybetmiş, politikacılığı daha baskın bir komuta heyetinin, asker üzerindeki etkisi elbette tartışılır olacaktır.
Ordu içindeki siyasi faaliyetler, “askerliğin temeli olan disiplini, itaati ve birlik ruhunu zedelemiştir.” Binbaşı Esenyel, haklı olarak Şeyhülislam Cemalettin Efendi'den şu alıntıyı yapar: “Avrupa'dan milyonlarca borç alınarak yapılan teşkilat ve alınan askeri teçhizatın hiçbir kıymet ifade etmediği ve yarar sağlamadığı Balkan Muharebesinde anlaşılmış oldu. Çünkü harp sahasına gönderilen askerler, Mahmut Şevket Paşa'nın tanzim ve teşkil ettiği ordular, bunları idare eden amirler ve subaylar da Genelkurmayına kadar kendisinin tertip ve tayin ettiği kimselerdi. Fakat Cemiyetin teşvik ve telkiniyle vaktiyle Üçüncü Ordu subayları arasında uyanan siyasi fikirler, diğer ordulara da sirayet ederek, askerliğin esas kaidesi olan itaat, birlik ve beraberlik bozulduğu gibi, yavaş yavaş çoğalan aykırı fikirlerin meydana getirdiği particilik, askerlik vazifelerinin hakkıyla yapılmasına engel oldu.” (Esenyel, 1995, 179).
Ordu, “ihtilâlciler elinde oyuncak”, subaylar “vazifelerinden başka her şeyle meşguldür.” (Mahmut Muhtar, 2012, 186).
Dikkat edilirse, ana sebep gözden kaçırılmaktadır. Yağmur, yolsuzluk sadece Osmanlı askerine değildir. Bulgar hangi yoldan geliyorsa, vatanı savunacak olan aynı yolu kullanmak durumundadır. Ama Bulgar'da, Yunan'da, Karadağlıda bulunan ideal yapının bizim orduda bulunmadığı açıktır.
Belki en önemli hükümlerden birisi şudur: “Uğradığımız bozgunların ve utanç verici hallerin yalnız orduya değil, bütün millete ait olduğu aşikârdır.. Mağlubiyeti düşmanın kuvvetinde değil, hep kendi yolsuzluklarımızda aramak gerekir.” (Mahmut Muhtar, 2012, 182).
Balkan Harbi, normal bir savaş, alınan sonuç sıradan bir yenilgi değildir. Ruhunu kaybeden Osmanlının, çürüyüp kokuşan yabancı değerlerin taşıyıcısı bedeninin; Bulgar, Sırp, Yunan, Karadağ adlı yönlendirilen mikroplar tarafından yenilerek parçalanıp, paylaşılmasıdır.
Balkan Harbi, bir Jön Türk, Batılılaşma, kültür ve medeniyet değiştirme döneminin trajedisidir. İyi kavranmazsa, trajedinin ardı gelecektir. Sıra dikdörtgene sığdırılan Anadolu'dadır.
Bir Osmanlı Yahudisinin övünç dolu şu cümlesi düşündürmelidir: “Yahudiler Jön Türkleri desteklemiş, baskı, şiddet ve zorbalık rejimi olan Abdülhamit II. yönetimine karşı Jön Türklerle birlikte mücadele vermişlerdir.” (Landau, 1996, 93). İttihat ve Terakki kadroları içinde Yahudi ve Dönme çokluğu, sıradan bir durum değildir.
Tanzimat'tan itibaren, ilerleme ve gelişmeci bir yön tutturulmuştur. Ama ilerleme ve gelişmeyi sağlayacak asıl etkenler değil, kültür ve değerler dünyasında değişim öne çıkarılmıştır. Yerli sanayi öldüren, mandacı bir tavır, Batı hayranı hayat tarzı, ilerleme yolu sanılmıştır. Bilim üreten kafalar geliştirilmeden teknoloji tecrübesi geçirilmeden özgün eserlerin ortaya konması ve gelişme mümkün değildir. Balkan Harbi yıllarında bunun acısı da hissedilir. İstanbul ile Lüleburgaz haberleşemez. Bozgun haberi İstanbul'a göç kafileleri ile dört gün sonra ulaşır. Ama aynı sıra İstanbul Boğazında demirli bulunan İngiliz gemisi, telgrafla Londra ile görüşüp, haberleşir (Lauzan, 85).